Bu yıl ne yazık ki sadece İstanbul Film Festivali’nde gösterilen çok güzel bir ‘tekinsizlik’ filmi var: In Fabric/Lanetli Kumaş (2018). Orta yaşlı bir kadın ve bir elbise etrafında İngiliz işçi sınıfının tüketim kültürüyle ilişkisini ele alan film ‘korku-komedi’ türünde sınıflandırılıyor ama derdi korkutmak ya da güldürmek değil, gündelik hayatta metalar üzerinden yaşadığımız yabancılaşmanın tedirgin edici bir tablosunu çizmek.

‘Fabric’ sözcüğü ‘the fabric of space-time’ (uzay-zamanın dokusu) veya ‘social fabric’ (toplumsal doku) örneklerinde görüldüğü gibi çoğunlukla ‘doku’, bazı durumlarda da ‘kumaş’ anlamında kullanılır. Aynı zamanda Sanayi Devrimi’nin erken dönemlerinin en önemli üretim alanı olan tekstil (dokuma) ile bağlantısı nedeniyle ‘fabrika’ sözcüğünün de temelidir. Böylece, filmin adı olan ‘in fabric’ hem elbisenin kumaşına, hem dokuma sektöründeki üretim sürecine hem de genel olarak ‘şeyler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu bütün’ anlamında dokuya denk düşer.

Tekstil sektörü, Marx’ın gündelik hayatta belli bir kullanım değeri olan metaların -örneğin üzerine oturulan iskemlenin- değişim değeri çerçevesinde kazandığı yeni ve tuhaf anlamı -mesela uzun yapım süresi nedeniyle iskemlenin artık sıradan bir nesne olmaktan çıkmasını- açıklamak için kullandığı dahiyane tanım ‘meta fetişizmi’nin en net göründüğü alanlardan biridir. Doğada yetişen pamuk bitkisinin bir mağaza vitrinindeki kırmızı elbiseye dönüşmesi sürecinde öyle üretim ilişkileri devreye girer ki, o elbise artık üzerindeki etiket ile anlam kazanan metafizik bir ‘şey’e dönüşür.

In Fabric’teki öykünün merkezinde arzu nesnesine dönüşmüş bir kırmızı elbise, yörüngede ise üretim ilişkileri var: Sheila 1980lerin başında İngiltere’de bir bankada çalışmaktadır. Gazetenin çöpçatan sayfasından ayarladığı randevuya şık gitmek isteyen Sheila, kendini hipnotize edici reklamlarını gördüğü bir indirim mağazasında bulur. Sürekli 18-19. yüzyıl kıyafetleriyle dolaşan, hiç güneşe çıkmayan, Orta Avrupa aksanıyla ve sürekli abartılı bir reklam metni seslendiriyormuş gibi konuşan vampirimsi tuhaf insanların işlettiği bu mağazadan kırmızı bir elbise alır. Ama bu alışveriş ilişkisinde Sheila elbisenin değil elbise Sheila’nın sahibi olacaktır.

Film boyunca Sheila’nın hem üretim ilişkileri hem de kapitalist toplumun fetişist ilişkileri bağlamında nasıl ezildiğini görürüz. Banka yönetimi Sheila’yı bir yandan tuvalette harcadığı süre üzerinden fırçalarken bir yandan da mesela patronuyla yeterince iyi el sıkışmadığı, patronunun karısını uygun biçimde selamlamadığı, iş arkadaşlarıyla bovling maçına gitmediği için azarlar.

Sonra Sheila’nın öyküsü biter, kırmızı elbisenin eril şiddet nesnesine dönüştüğü başka bir hikaye başlar. Çamaşır makinesi tamir servisinde çalışan bu seferki kurban, kendi çamaşır makinesini kendisi tamir ettiği için işten atılır. “Ama parçaları kendim satın aldım.” dese de, patronun cebine girmeyen artı-değerle ilgili soruyu yanıtlayamaz: “Ya işçilik ücreti?!”

Reg’in bir özelliği vardır: Servise çıktığında makinenin sorunlarını öyle detaylı anlatır ki, dinleyenler orgazmik bir kendinden geçiş hali yaşar. Bankadan kredi almak istediğinde yöneticiler sanki makine tamir ediyormuş gibi konuşmasını ister. İşçinin emek anı onlar için ekstazi yerine geçmektedir. Kovulmasının nedeni de bu emek-sömürü zevkini yaşatmamış olmasıdır.

Amy Bulley ve Margaret Whitley tarafından yazılan 1894 tarihli Women’s Work (Kadınların Emeği) adlı bir kitap var. Mesela bu kitapla film arasındaki örtüşmeler öyle çarpıcı ki, Peter Strickland’in senaryoyu yazarken özellikle dokuma fabrikalarındaki işçilerin olumsuz çalışma koşullarının anlatıldığı bu kitabı önüne açıp çalıştığını düşünebilirsiniz.

Tabii burada mesele sadece bu kitap değil; 19. yüzyıl ‘fabrik’ işçilerinin çalışma koşullarına dair hangi kitabı açsanız bu filmin beslendiği tarihsel olgularla karşılaşırsınız. Bugün önemli olan hangi kitaptaki bilgilerin görünür hale geldiği değil, bunu hangi filmlerin yaptığı…