Son günlerde herkesin bildiği sırlar ayyuka çıktı. Kürt açılımında Öcalan’ın ve MİT’in oynadığı roller… Hani bir şeyi eritmek için

Son günlerde herkesin bildiği sırlar ayyuka çıktı. Kürt açılımında Öcalan’ın ve MİT’in oynadığı roller… Hani bir şeyi eritmek için önce bir çalkalamak, karıştırmak gerekiyor ya, son olup bitenler de sanki böyle gibi… Süreç tıkandığında önce bir karıştırıyorlar, çalkalıyorlar, sonra bir bakıyorsunuz: “Şerbet!”
Son birkaç haftadır memleket ve siyaset öyle bir karıştı ki; iç savaş patladı patlayacak noktasındaydık… Sonra, Öcalan konuştu, ortalık duruldu... Peki, Öcalan kötü bir şey mi dedi? Ne münasebet, tam tersine, çözüm yeri olarak meclisi gösterdi ve iyi yaptı… DTP’liler onu dinlemekle kötü bir şey mi yaptılar? Yani hakikaten dağa mı çıksaydılar!
Velhasıl, epeydir Kürt realitesi kabul edilmişti… Şimdi sıra Öcalan realitesini kabul etmeye mi geldi? Aslında herkes bunu da kabul ediyor! AKP, CHP ve MHP için olumsuz anlamda olsa bile, bir Öcalan realitesi zaten var.
Ama cin asıl şimdi şişeden çıktı! “O söz” yani Ahmet Türk’ün “Sayın Öcalan da böyle istedi” sözü açık ve seçik söylendi. Artık BDP ile diyalog kurulurken, demek ki, Öcalan ile diyalog kurulduğundan artık hiç kimsenin kuşkusu olmayacak… Peki bu kötü bir şey mi? Hayırlara vesile olacaksa, barış böyle gelecekse neden kötü olsun ki? Hadi bakalım: Kürt sorununda belki de hakikaten yeni bir sayfa açılmıştır…
Öcalan önceki hafta “DTP kapatılırsa dünyanın sonu olmaz” dedi; sonraki hafta da Meclise geri dönülmesini istedi… İşte bu noktada Cengiz Çandar (ve dünkü Taraf gazetesi) ortaya ciddi bir iddia attı: Öcalan’ın avukat görüşlerini kamuoyuna duyuran Fırat Haber Ajansı, bu açıklamalara sansür uygulamış! Öcalan aslında Ahmet Türk ve Murat Karayılan’ın sorunu çözmeye güçlerinin yetmediği söylemiş. Kendisinin de avukatları üzerinden veya “telefonla” (evet “telefonla”!) “bu işi” yürütemeyeceğini, daha fazla imkâna ihtiyaç duyduğunu belirtmiş.
Murat Karayılan yani Kandil’deki PKK ise o sıralar, başladığı söylenen “dağdan inme süreci” yerine, Reşadiye saldırısını yapmakta, Öcalan’ın hücresi ve DTP’nin kapatılması gerekçesiyle “dağlara gelin” mealinde çağrılarda bulunmaktaydı.
Çok kısa bir zaman önce de Öcalan’dan birbiriyle uyumsuz açıklamalar dinlemiştik. Açılım için başlangıçta epey iyimser bir üslup sürdüren, hatta “yol haritaları” hazırlayan Öcalan, bir yandan Fethullah Gülen’i överken ABD ile de uzlaşılabileceğini söylüyor, Bülent Arınç’a “hakiki demokrat” payesi verirken AKP’yi de teşvik ediyordu. Sonra kendisini devre dışı hissedince, bu açılımın PKK’yi tasfiyeyi amaçladığını ilan etti. Nihayet, bu kez bizzat kendisi PKK’yi devre dışı bırakıp inisiyatifi yeniden ele aldı: PKK “Dağlara dönün” derken, Öcalan “Meclise dönün” deyiverdi.
Elbette Öcalan PKK’den vazgeçmez, PKK de Öcalan’ı asla yok sayamaz. Gerçi istisnası oluyor. Mesela 2004 yılında Öcalan Diyarbakır belediye başkanlığı için Osman Baydemir’e karşı çıkmış ve Feridun Çelik’i desteklemişti, ama o zaman sözü dinlenmemişti. Şimdi böyle değil. Onun sözlerini emir telakki eden PKK’liler hemen Kandil’den Habur’a geldiler. “Bu kadar yeter” deyince de gelmeyi kestiler. Bunu hükümet de gördü.
Öte yandan Öcalan’ın bunları yaparken tek derdinin “İmralı’dan çıkmak” olduğunu sanmak da sorunu biraz fazla basite indirgemektir. İnsani zaafları, kaygıları bir yana, Öcalan belli ki kurucusu olduğu PKK’yi kuşatılmış halinden kurtarmak, onu makul bir süreçte siyasallaştırmak peşinde… Çıtayı hep yüksek tutmak ama bu yüksekliği de abartmamak gerektiğinin farkında… Açılımdaki amacın PKK’yi tasfiye etmek olduğunu elbette görüyor. Ama bunun (yani silahlı mücadele yerine siyasi mücadelenin öne çıkarılmasının, siyasallaştırılmasının) ancak kendisi tarafından yönlendirildiği takdirde “sancısız” olacağına inanıyor. PKK’nin kanırta kanırta tasfiye edilmesi yerine, kendi yol haritası doğrultusunda sönümlenmesinin, biçim değiştirmesinin bir nevi güvencesini arıyor.
Sahi Öcalan’a “rağmen” bir PKK siyaseti hiç mi olmaz? Dediğim gibi olabildiğine de tanık olduk. Ama PKK bunu Öcalan karşıtlığı şeklinde yapmaz. Şu ya da bu nedenle (kendi iç dengeleri sonucunda) PKK barış istemezse, en azından orta vadede barış filan da mümkün olmaz… Peki, Kandil dağını düzlemek çözüm mü? Ama yıllardır görüyoruz işte… PKK artık dağdakilerden ibaret değil… İstanbul, İzmir, Adana, Mersin… Her yerde etkisi var. Buraları uçakla bombalayamazsınız! Kış geliyor; kışın dağlarda mecburi ateşkes olur; ama şehirlerde pekâlâ “ateş!” emri de yeniden verilebilir.
Son olup bitenleri, bundan sonraki sürecin her tıkanmasında olup biteceklerin bir “sinopsisi” (senaryo özeti) olarak okumak faydalıdır. Bakın işte: Kürt ve Türk ayrışması alenen dile getirilmeye başlandı; hiç bu kadar sık iç savaş tehlikesinden söz edilmedi bu memlekette… Ayrıca, Öcalan da öyle kadiri mutlak değil… Son Reşadiye saldırısı, “Otonom gruplara inisiyatif kullanma izni” dedikleri bir taktik sayesinde, çatışmanın hızla ve yeniden yükseltilebileceğinin de bir sinyaliydi... Şehirlerdeki son eylemler de öyle…
Artık sanırım herkesin malumudur: Kürt açılımının, projesinin anahtarı meğer Ergenekon soruşturmasıymış… Bu anahtar da MİT’in elindeymiş… (Murat Yetkin’in 27-30 Kasım Tarihleri arasında Radikal’de “Bayramlık bir polisiye hikâyesi” başlığıyla yayınlanan yazılarını şiddetle tavsiye ederim.) Önce Enis Berberoğlu Hürriyet’te, ardından da Serdar Akinan Akşam’da, MİT Müsteşarı Emre Taner’in Kürt açılımındaki en önemli aktör olduğunu yazdılar. Onlara göre, bu açılım Emre Taner’in “Amerikalı meslektaşlarıyla yaptığı görüşmelerde, Kuzey Irak’taki liderlerle yapılan toplantılarda, İmralı adasında gerçekleşen görüşmelerde” tasarlanmış ve Erdoğan da bunları onaylayarak açılımı başlatmıştı. Şimdi adeta bu kurgu bozulmuş gibi görünüyor. Bakalım ne olacak…
Evet, buraya kadar ele aldıklarımız “ceteris paribus” (diğer koşullar sabit kalmak kaydıyla) şeklindeydi. Genelkurmay, ABD ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi, bu sürecin önemli aktörlerinden ve bunlar hiç de sabit değiller ve epey dinamik aktörler…
Bütün bu gelişmeleri yaşarken, elbette tekel işçilerini de izledik… Türk-Kürt, türbanlı-türbansız, Alevi-Sünni, kadın ve erkek işçiler, direndiler! Bursa’da grizu patlamasındaki işçiler, Türk ya da Kürt oldukları için değil işçi olduğu için katledilmişlerdi. İşçilerin kimliklerinde dinleri ve milliyetleri değil, “sömürü, işten atılma, cinayet” yazıyordu. Sadece bu kimlik özellikleriyle hatırlandılar. Tekel işçileri de direndiler işte… Ve unutulacaklar… Oysa onlar da bir “sinopsis” yazmışlardı, Kürt-Türk, türbanlı-türbansız olarak, bir araya gelerek… Ekmek parasıydı istedikleri, başka bir şey değil; kızılcık şerbetiydi içtikleri, kan değil…