“Yemeği nasıl yiyorsa öyle yazıyor, tutkuyla,” diye anlatıyor Beauvoir. Çünkü Sade için şehvet âdeta bir dünya görüşüydü.

Kan, şehvet ve ruh: Aşkın suçları hakkında birkaç değini

Fatma Sıla Sandal & Ulaş Bager Aldemir

Nedir insan, hep övülen bu yarı Tanrı?
Goethe, Genç Werther’in Acıları

Marquis de Sade… Kimilerine göre bir antropolog, kimilerine göre iflâh olmaz bir cani. Ama şurası kesin ki, her şeyden önce bir paradoks.
Örneğin Simone de Beauvoir, Cemal Süreya’nın çevirdiği Sade’ı Yakmalı mı? adlı eserinde şöyle der: “Kuşkusuz Sade ilkin, sır sızdırmaz bir duvarın ciddi evrenden ayırır göründüğü büyülü cennetlerinde güven içinde görmüştü kendini. Belki de hiçbir rezaleti ortaya çıkmasaydı, o, azıcık özellik kazanmış zevklerini karşılayan kötü evlerce tanınan sıradan bir zevk düşkünü olarak kalacaktı; o çağda en çirkin şölenlere rahatça katılan bir sürü sefih vardı ama ben Sade olayında rezaletin bir kader olduğunu varsayıyorum; Mr. Hyde ve Doktor Jekyll olaylarına tıpatıp uyan ‘cinsel sapıkların’ davranışları az çok bellidir; onlar bilinen kişiliklerini hiçe alarak, ilkin ayıp konusu edimleri sağlamaya çalışırlar; ancak kendilerini düşünürlerken yeterince düş genişliğine sahipseler utancın erdeme karıştığı bir şaşkınlıkla yavaş yavaş maskelerini çıkarırlar; sözgelimi çevirdiği dolaplar dolayısıyla, Charlus böyledir.

Sade’a gelelim, Sade’ın boş bulunuşunda meydan okumanın payı nedir? Bunu kestirmek pek kolay değil. Elbet aile hayatından ve özel zevklerinden köklü bir şekilde kopuşunu belirtmek istemiştir ve elbet, artık gizliliği kalmayacak bir uç noktaya kadar iterek gizlinin zaferini kazanmayı da denemiştir. Onun şaşırtıcı davranışı, kırılana kadar bir vazoya vurmayı sürdüren bir çocuğunkini andırmaktadır. Tehlikeyle oynarken kendini daha hâkim planda sanıyordu. Ama toplum gözlüyordu onu, toplum her türlü bölünmeyi yadsıyordu; her birey kayıtsız şartsız kendisinin olsun istiyordu; Sade’ın gizini ele geçirmekte de gecikmedi; suç bağıyla kendine bağladı onu.”

Her şey bir yana, Sade’a göre sapkınlık olarak adlandırılan hazlar, insanın doğa durumundan (status naturalis) başka bir şey değildi ama doğa durumu, örneğin Thomas Hobbes’un düşündüğü gibi, devletle ve toplum sözleşmesiyle telafi edilemezdi. Bu bağlamda Sade, bir süre için toplumla uzlaşmayı denese de “vazoya kırılana kadar vurmuş” ve son kertede fantezinin zaferini ilan etmiştir.

“Yemeği nasıl yiyorsa öyle yazıyor, tutkuyla,” diye anlatıyor Beauvoir. Çünkü Sade için şehvet âdeta bir dünya görüşüydü. Dokuz kapının ardına kapatılarak cezalandırıldığında bile, yazmaktan ve yemekten ibaret bir pornografiye dönüştürmüştü hayatını.

Sade gelgitlerini eserlerine de yansıtmış bir yazardır. Öyle ki Sade’ın yazdığı bazı metinler, erdemden son derece uzaktır. Hatta Sade erdemin meşruiyetini de çoğu zaman sorgular. Özellikle Sodom’da görebileceğimiz bir durumdur bu. Sodom’un dört ana karakteri, toplumun en erdemli sayılabilecek kesimlerindendir. Oysa gerçekleştirdikleri edimlerin sapkınlığı, zaman zaman okuyucuyu bile hayretler içinde bırakır. Yatak Odasında Felsefe’deki Dolmancé karakterini çileden çıkaran da bu ikiyüzlülüktür zaten: “Onların nankörlüğüdür yüreğimi kurutan, belki de sizler gibi uğruna doğduğum şu ölümcül erdemleri bende yıkan onların hayınlıklarıdır.”

Türkçe’ye yine Cemal Süreya tarafından çevrilen Aşkın Suçları ise ahlâkçı bir manevrayla açılır: “Suçu resmederken kullandığım fırça darbeleri seni rahatsız edip canını sıkarsa, bil ki kurtuluşun yakındır; zira en başından beri ulaşmayı amaçladığım hedef budur. Ancak burada betimlenen gerçek seni gücendirip yazarına lanet etmene yol açarsa… bil ki, zavallı okur, burada karşılaştığın, asla iflah olmayacak kendi benliğindir.”

Sade, sanatın “iyileştirebileceğini” mi düşünüyordu? Kimilerine göre bu tavır aldatıcıdır ve Sade’ın istediği tek şey, “yazarken” fanteziyi sonuna kadar yaşamaktır. Öte yandan Aşkın Suçları, Sodom ve Yatak Odasında Felsefe gibi yapıtlarına kıyasla son derece sakin bir dille yazılmıştır.

İlk öyküde, hazcıları inceden inceye güzelleyen yumuşak bir dil mevcuttur. Ana karakter Florville erdemli olmak ister ama Sade onu âdeta lanetlemiştir. Florville de Sade gibi bir paradokstur zira hayatına etki eden iki kadın, iki ayrı dünya görüşünü temsil ederler. Kadınlardan biri, Madam Verquin, dünyevî zevklerin tadını sonuna kadar çıkarmakta, Florville’e de bu yaşam tarzını sürekli olarak öğütlemektedir. Bir diğeri, Madam Lérince ise bir erdem timsali olarak Florville’e din, Tanrı ve sonu gelmeyen ahlâk dersleri verir: “Birincinin sapıklıklarıyla ürkmüş ruhum, ikincinin sağlam ilkeleriyle kendine gelmeye başlamıştı; oradaki acılara, ağırlıklara karşılık buradaki avuntu, yumuşaklık… “ Florville’e kendi değer yargılarını dayatan her iki kadının da ölümüne şahit oluruz. Ahlâkçı kadın “acı” çekerek, Epikurosçu kadın ise “haz”la ölür: “Ölüm, yalnız inançlı kimseler için korkutucudur yavrum; cennetle cehennem arasındadır onlar, hangisine gideceklerini bilmezler ve bu onları kederli kılar.”

Sade’ın bu öyküsünde “erdemli” kalabilen tek kişi, Florville’le evlenen ve öykünün sonunda Florville’in babası olduğunu öğrendiğimiz Mösyö Courval’dir, yani bir erkek. Ama Sade’ın içten içe yücelttiği karakterin, Madam Verquin, yani bir kadın olduğunu düşünmek pekâla mümkündür. Oysa “Bir kadınla yatarken zorba olmayı istemeyen kimse erkek değildir…” diyen Sade, Beauvoir’ın da belirttiği gibi bir mizojindir.

İkinci öyküde Sade, kendisinden beklenmeyecek bir şekilde Mösyö Goe’nin kuzenine olan aşkını şöyle dile getirir: “… onu eski çağlarda rastlanan büyük bir incelikle seviyordu. Bizim çağımızda böyle duygular kalmadı.” Sade’ın yaşantılarını düşünürsek, onun aşk güzellemesi yapacak biri olmadığı gayet açıktır. Oysa Aşkın Suçları, genel olarak Sade’ın yaşam ve düşünce biçimine ters güzellemelerle dolu.

Son öyküde ise Sade, erdemin yolundan yalnızca bir defa sapıldığında bunun sonunun gelmeyeceğine, insanın bir ömür zaaflarına yenileceğine inanmamızı istiyor. Toplumun dayattığından bile ötede bir ahlâk anlayışına sahip olan Dorgeville, deyiş yerindeyse kendi erdemleriyle lanetlenmiştir. Tanımadığı öz kardeşi, onu kendisiyle evlenmeye ikna eder ve böylece Dorgeville’in acıma duygusu, sevgisi ve erdemleri, Sade’ın mizojin düşüncelerine uygun bir şekilde, bir kadın tarafından hiçe sayılmış olur.

Tüm bunların yanı sıra, Sade’ın bazı öykülerinde cinsel skandallarla şiddet iki ayrı yaşantı gibi dursa da aslında bunun bir hile olduğunu düşünmek mümkündür. Yatakta her zaman kan çıkmasa da bir yerlerde mutlaka kan çıkar. Çünkü Sade, böyle hayâl etmek ister. Dolayısıyla sadist antropolojide, tıpkı Bram Stoker’ın Dracula’sında da gördüğümüz gibi şehvet kanlıdır.

Özcesi, “Gerçek hiçbir değer sunmayan, yalnız fazla istemeyi öğrendiği bu korkutucu ve sıkıcı dünya” Sade’ı hiç ilgilendirmez. Onun için tek bir “öğreti” vardır: Erotizm. Gelgelelim sadist antropolojiye göre haz ne yerel ne de konjonktüreldir. Bu bağlamda Sade, deyiş yerindeyse bir tarih fakiridir.