Gencecik çocuğun tabutunun başında utanmazca nutuk atıldı, bir kadının ölü gövdesi en aşağılık biçimde teşhir edildi, 20 yaşındaki erin toprağa verildiği gün devlet şeref madalyasının bir generale takdim edileceği açıklandı da hatırladım bunları.

Kan var bütün  devlet madalyalarında

> ONUR BEHRAMOĞLU @onurbehramoglu

Çalışma hayatımın başındaki bir aylık sıkıcı stajda sevdiğim yegâne şey, şirket binasına gitmek için İstanbul’un bir ucundan diğerine yol alırken, hiç ilgimi çekmediği halde ilgileniyormuş gibi görünmem gereken işlerden sorumlu müdürle sohbet etmekti. Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümünden mezun olduğumu duyup politik meseleleri hararetle tartışma heyecanımı da sezince o da kravatını gevşetip rolünden sıyrılmaya başlamıştı. “Soyadın zaten ele veriyor, senin de saklamaya niyetin yok, solcusun. Bense Özal’a oy vermiş bir sağcıyım” demişti ilk olarak. Birbirimizi incitmeme özeniyle, karşılıklı saygıyı gözeterek konuşuyor, onun yer yer alçalıp kısılan sesinin etrafa kaçamak bakışlar fırlatan tedirgin gözlerinin haber verdiği üzere, ‘netameli’ konulara dalıyorduk. Yine de birdenbire diyebileceğim bir şekilde anlattı Güneydoğu’daki askerlik günlerini:

“Geceleri uyuyamıyorum. Hâlâ böyle bu. Geçecek mi bilmiyorum. Köy boşalttık, insanları sürdük, evet. Öyle yapılması gerekiyordu, doğal geliyordu bana, yadırgamıyordum. Ama bir gece… İnsanlar daha evlerinden çıkamadan ateşe verdik köyün birini. Korku içinde dışarı fırlayışlarını unutamıyorum. Ahırları da yakmıştık; hayvanların bağırması mı desem böğürmesi mi inlemesi mi, o sesi unutamıyorum, rüyalarıma giriyor. Hayvanlarını kurtarmak için çırpınırken gördüm ya o insanları… Ne bileyim… Bu işte bir yanlışlık var dediğim ilk andır.”

Bir zaman sonra banka müfettişi olduğumda, kitaba uymayan deneyimler yaşayacağımı biliyordum. Kırmızı kravat takarak Teftiş Kurulu’na gittiğim ilk gün kapıda karşılayan kıdemli ‘üstat’, “Biz burada siyah ya da laciverti tercih ederiz” demiş, ben de, “Zamanla kırmızıya da alışırsınız” diklenişiyle yapmıştım açılışı. Müfettişin banka personeliyle samimi olmaması gerekirken ben onlarla sofra kurup rakı içiyor, küsleri barıştırıyor, bir bavul şiir kitabıyla gidiyordum ‘turne’lere. Müfettiş beklerken insanla karşılaşınca en gizli dertlerini anlatıyordu çalışanlar, güveniyorlardı. Onlardan ikisinin anlattıkları tüm ayrıntılarıyla belleğimdedir:

Bir akşam, işimi toparlamış çıkmak üzereyken, güvenlik görevlisi yanıma gelip, “Onur bey, çay demledim, benimle çay içmenizin bir sakıncası var mı?” diye sordu. “Sakıncası var mı?”daki sınıfsal mesele içimi acıtırken, henüz çaydan ilk yudumu almışken anlatmaya başlaması, sanki o an anlatmasa ölecekmiş gibi anlatması şimdi, şu anda yazarken bile sarsacak denli etkiliyor beni. “Askerliğimi güneydoğuda yaptım” dedi. “Kimseyi öldürmedim, kimseye kıymadım. Ama… bir can yoldaşım vardı, onunla pusuya düştük, çatıştık, ele geçirdik adamı, aldık getirdik. Komutan sorguya çekti, biraz korkuttu, biraz güven verdi, konuşturmaya çalıştı. Adamın yaprak gibi titreyişini unutamayacağım. Komutan bir şey yapmadı, birkaç tokat, o kadar. ‘Bak bu vatan evlatlarını öldürecektin, yolunuz yol değil, karşınızda koca ordu var’ filan. Odadan çıkarken, başıyla bir işaret yaptı, nasıl anlatacağımı bilemiyorum, bir işaret. Bir şey demedi, bir emir vermedi, hiçbir şey. Ama benim can yoldaşım kalktı, adamın kafasına dayadı silahı, sıktı. Komutan ‘Vurun, öldürün’ dememişti, benim arkadaşım kalktı sıktı kafasına! Bunu unutamıyorum. Onu da affedemiyorum, onu durdurmadığım için kendimi de. Ama beklemiyordum. Birdenbire kalktı, sıktı. Adam silahsızdı, elimizdeydi, yaprak gibi titriyordu, ‘Korkma, ölmeyeceksin, silahsız adama dokunmayız, bize emanetsin’ demiştik. Çocuğum var, yüzüne bakmaya utanıyorum. Aleviyiz biz. Çok utanıyorum karımdan, çocuğumdan, kendimden çok utanıyorum. Adam yaprak gibi titriyordu. Bize emanetti. ‘Korkma’ demiştik. Emanetti bize. Silahsızdı. Yaprak gibi titriyordu. Aleviyiz biz…”
Hikâyesini anlatan diğer çalışansa ülkücüydü. Babayiğit, külhanbeyi, bıçkın. O da neredeyse aynı cümlelerle, aynı şekilde gelip konuştu benimle. “Biz” diye konuşuyordu, “Biz mahallede kavga dövüşle büyüdük müdürüm” diyerek girdi söze. “Okuyamayacağımız, bey takımından olamayacağımız başından belli. Ülkü Ocağı var dediler, takılmaya başladık. Hoşumuza da gitti, herkes saygı gösteriyor, yalnız değilsin, vatan millet sana emanet gibi duygular oluyor insanda. Askerlik gelince gönüllü yazıldık güneydoğuya, ‘Gidip gebertelim hainleri’ dedik. Yapılıyız, komando olduk tabii. İlk gün, önümüze bir mendil attılar. Açıp bakınca korkudan fırlatıp atmışız, güldüler. Kesik kulak, meme ucu filan var içinde. ‘Bunların koleksiyonunu yapacaksın aslanım, elin alışsın’ dediler. Çok kulak kestik, çok meme başı. Sonra döndük memlekete, kahraman gibi.” Bundan sonra ‘Biz’ değil ‘Ben’ diye devam etti anlatmaya, insan olmaya başlıyordu sanki: “Sonra delirecek gibi oldum ben. Rüyama girdi o kulağını, meme ucunu kestiklerim. Eve kapandım, ocaktan elimi eteğimi çektim. ‘Kahramanlık değil bu yaptıkların, katilsin sen ulan!’ dedim. Bir yavuklum vardı, evlendik. O biraz düzene soktu beni, işe girdim ama uykusuzluk hali devam, sinir de yapıyor tabii. Sonra kızımız oldu.”
“Allah bağışlasın,” diyebildim.

“Bağışlamaz müdürüm, sorun da bu ya” dedi. “Kızım oldu diyorum! Onlarca kızın meme ucunu kestim ben. Çok utanıyorum, sevemiyorum çocuğumu, dokunamıyorum. Ne günahı var, masum kızın ne günahı var oğlum kendine gel diyorum ama, bakamıyorum kızımın yüzüne müdürüm.”

Gencecik çocuğun tabutunun başında utanmazca nutuk atıldı, bir kadının ölü gövdesi en aşağılık biçimde teşhir edildi, 20 yaşındaki erin toprağa verildiği gün devlet şeref madalyasının bir generale takdim edileceği açıklandı da hatırladım bunları.

“Kan var bütün kelimelerin altında” haykırışını, dünya üzerindeki her devletin şeref madalyasındaki kanı, yalanı, sahtekârlığı.