İktidar, kitle desteğinin düştüğü ve iç çatışmalarla sarsıldığı bir dönemde Kanal İstanbul’a sarılarak ömrünü uzatma çabasında. 11 yıl önce bu proje ilk ortaya atıldığında AKP siyasi olarak en güçlü zamanlarını yaşıyordu. Erdoğan kendi ismini tarihe geçirecek “çılgın bir proje” bulmuştu; ancak o dönemde dahi Kanal için hızla harekete geçmesi mümkün olmamıştı. Bugün Erdoğan 2010’ların başındaki politik ve ekonomik iklimin çok uzağında. Bunu kendisi de gayet iyi biliyor. Fakat geldiğimiz noktada Kanal İstanbul yalnızca kişisel bir fantezi olmaktan çıktı, Saray rejimi için bir varlık-yokluk testi halini aldı.

Daha önce 3. Köprü ve 3. Havalimanı projeleri gibi görece büyük çaplı inşaat hamleleri planlanırken iktidar, kendisi ve çevresi için arazi rantı başta olmak üzere çeşitli zenginleşme imkânları yaratmıştı. Bu sayede servetine servet katan AKP’li bakanlar, milletvekilleri olduğu iddia edilmiş ve gayrimenkul transferlerinde mafyatik ilişkilerin kullanıldığı ileri sürülmüştü. Ancak, toplumsal muhalefetin ve meslek örgütlerinin itirazlarına rağmen iktidar bu projeleri tamamlamıştı. Meclis muhalefetinin “istemezükçü” konumuna düşmemek adına sessiz kalması iktidarın ekmeğine yağ sürmüştü.

Ancak aynı durum Kanal İstanbul için geçerli değil. Bunun birçok nedeni var. Öncelikle sıcak para akışı ve inşaat rantı üzerinden yaratılan refah illüzyonu, ekonomik türbülans ile birlikte büyük ölçüde ortadan kalktı. AKP’nin başarı hikâyesi anlattığı dönemlerde görece ekonomik vaziyeti iyileşen kesimler son 4-5 yılda hızla yoksullaşmaya başladı. İktidarın kitle desteğinde önemli bir konuma sahip olan esnaf, pandemi ile birlikte daha da derinleşen bir gelir kaybına uğradı. Üstelik kendilerinin iktidar için öncelik teşkil etmediğini de acı bir biçimde tecrübe etmiş oldular. Daha önce iktidarın “milli prestij” olarak lanse ettiği projelere destek azaldı. Artık betonun, yandaş müteahhit çetesi ve etrafındakiler dışında kimsenin karnını doyurmadığı daha iyi anlaşılıyor. Nitekim Erdoğan’ın Çamlıca Kulesi başta olmak üzere son dönemde açılışını yaptığı projelerin hiçbiri, iktidar tabanında beklenen heyecanı yaratabilmiş değil.

İktidar, Kanal için uluslararası ve ulusal finans çevrelerinden de bugüne kadar aradığını bulamadı. Bunun en önemli nedeni, projenin hem uluslararası politika hem de yatırım açısından büyük riskler barındırması. Daha önceleri “çılgın projeleri” finanse etmek için birbirleriyle yarışan ulusal bankalar bir türlü proje için gönüllü olmaya ikna edilemedi. Bazı bankaların özellikle BM destekli “sorumlu bankacılık ilkeleri” mutabakatının imzacıları olarak başlarına dert almak istemedikleri uluslararası basında sıkça yazıldı. Türkiye’de özel sektör borçlarının yüksek olmasının yanı sıra döviz rezervinin yeteri miktarda olmadığı saptaması da projeye aranan desteğin bulunamamasında etkili.

Montrö’ye dair iktidarın “tartışılabilir” çıkışı ve arkasından çark etmesi, Karadeniz’in Batı ile Rusya arasındaki gerilimde kritik bölge haline gelmesi, Rusya’nın Kanal’a muhalefeti vb. politik-stratejik etkenleri dikkate aldığımızda denklem çok daha karmaşık hale geliyor. Dışarıda ve içeride iktidarın “gidici” olduğuna dair kanaatlerin çoğaldığı da hesaba katılırsa iktidarın bu denklemi çözmesi neredeyse imkânsızlaşıyor.

Muhalefetin Kanal’a yatırım yapacak sermaye gruplarına “Biz iktidara gelirsek beş kuruş alamazsınız” çıkışı öylesine edilmiş bir laf değil, aksine tek adam rejiminden çıkış stratejisinin bir parçası. İstanbul seçimlerinden başlayarak muhalefetin kendine çizdiği yol haritasının en önemli uğraklarından biri, iktidarın elinin aslında ne denli zayıf olduğunu Kanal vesilesiyle gösterebilmek. İmamoğlu ve İBB baştan beri bu mücadelenin en ön safında duruyor. Meclis siyaseti, safları sıkılaştırmak ve ürkek yaklaştığı toplumsal muhalefetin gücünü arkasına almak zorunda hissediyor. “Kanal minderini” siyaset zeminine iktidar serdi ama şimdilik bu güreşte önde olan taraf muhalefet. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu ve Akşener’e “Sermayedarlar söke söke sizden bu paraları uluslararası tahkim yoluyla alırlar” demesi, kendisinin de bu gerçeği kabul ettiğinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Üstelik yerli ve milli olmakla övünenlerin modern kapitülasyonların mimarı olduğunun tescilidir.

Hiç gitmeyecek gibi hareket eden, müteahhitlere söz verirken önce kendini teminat gösteren, işini sağlama almak isteyen yatırımcıların Londra mahkemelerini adres göstermesini sineye çeken iktidar, şimdilerde “Devlette devamlılık esastır, biz gitsek de…” diyerek rant çevrelerini ikna etmeye çalışıyorsa bir dönemin öyle ya da böyle sonu geliyor gibi görünmektedir.

Mafya lideri ifşalarının, iktidarın kılcallarına kadar sirayet eden kavganın olduğu kadar “ağzını açanı alın” talimatının, “çocuk uyuyor” diyerek polise haykıran yurttaşın evinden alınmasının, gazetecilerin boğazına çökülmesinin ve daha nicesinin bu sona doğru gidiş emareleriyle muhakkak bir ilgisi var.