Hafız “Hüzün ve matem kulübesini gülistana dönüştüremiyorsanız en azından o iddiasız kulübelerde oturanlarla birlikte olun” demiyor muydu?

Kanayan rengiyle açan bir güldür şimdi İran
Mahsa Amani’nin eylül ayında İran polisi tarafından öldürülmesinden bu yana eylemler ve protestolar sürüyor.

"Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış / Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle” diye anlatır Yahya Kemal o olağanüstü gülünü Hafız-ı Şirazi’nin. Bugünlerde Şirazlı Hafız’ın gülü kanayan rengiyle yeniden açıyor. İran halkı mollaların şerrinden kurtulmak için yalanı bir yana bırakmanın bunca yıldır boyun eğmenin bilinçlerinde yarattığı tahribatı gidermenin yollarını aramaya girişti. Mollalar yalnız İranlıların değil büyük bir coğrafyanın şairi olan Hafız’ııkça reddedemeseler de üstünü bir zoraki yorumla ya tasavvufun sırrına bürüyerek ya da mecazın tülbentine sararak kapatmak istemişlerdi. Ama bu kolay bir iş değildi, olmadı, başaramadılar.

Şirazlı Hafız’ın yazdıklarının ne yazdığıysa o olduğunu onun şiirleri üzerine çalışanlar her zaman söylemişlerdi. Hafız’ı Türkçeye kazandıran Abdülbaki Gölpınarlı da Hafız Divanı’na yazdığı önsözde pek güzel anlatır: “Hafız’ı koyu bir sofi, hatta bazılarının dediği gibi hakikati mecaz diliyle söyleyen bir zat olarak kabul etmek ve hemen her şiirinde görülen şarapla sevgiliyi tevile kalkışmak, ziyadece safdilliktir doğrusu.” Hafız pek güzel bir gazelinde “Himmetine kulum. Köleyim o kişinin ki, gök kubbenin altında taalluk rengini kabul eden her şeyden hürdür, bağlanılabilecek her şeyden kurtulmuştur” diye yazmış, böylece bağlılığın özgürlüğe bağımlı ilkesini adeta pek güzel bir paradoksun içine gömüvermiştir.

Mollanın sarığı

İşte biz de buradan çıkardığımız hisseyle İran halkının da artık bunca yıldır içine attığı, boyun eğer göründüğünü ama kendi gerçek hayatını gizliden yaşamayı sürdürdüğünü gördük. Mollanın sarığını zarif bir el hareketiyle yere düşüren gencin cesaretinde yalnızca hayran olunacak bir sembol değil taşan damlayı görüyoruz. Genç kızların kadınların başlarını açmalarında yalnızca bir isyan değil karanlığa karşı aklın, çağın, çağdaşlığın-sekülarizmin kaçınılmazlığına işaret eden bir kararlılık görüyoruz. Ama aynı zamanda aldatılmış, kandırılmış olmanın öfkesi de var bu isyankarlıkta. Şahın zulmüne karşı çıkarken gerçekten bir halk hareketiyle Şah’ı ait olduğu yere gönderilirken, devrimin çalınmasına duyulan öfkedir bu. Bu kez toprağa düşen tohumlar çabuk büyüyecek gibi. Korku kentleri terk etmiş, sokaklar meydanlar “Artık yeter” diyenlerin değil de mollaların duvar diplerinden yürüdükleri yerlere dönüşmüş. Yüzlerde kendine gelmiş, cesaretle süslenmiş özgüvenin gülüşü var. Geri duranlar, seyredenler de bakışlarıyla gizli alkışlarıyla katılıyorlar bu haklı ve meşru isyana.

Devrimler her zaman zor olmuştur, karışanı görüşeni, içi dışı fazladır, çoktur, ama bir kere yola çıktı mı da yavaşlatmak zordur devrimin hızını, hızın ivmesini. Gölgeler, karanlığın içinden çıkıp suret-i haktan görünerek el koymaya çabalarlar, bin türlü yol yordam önerisini gerçeğinden ayırmak kimi zaman zorlaşır. Belki de böyle zamanlarda hariçten gazel okuyanlara, yol yordam önerenlere kulak asmamak en iyisi olabilir. Belki de böyle zamanlarda İran’ın, İranlının kadim yaşam tarzına, şairlerine, Hafız’ına kulak vermek en iyisidir. Örneğin onun pek ünlü gazellerinden birisine pek ala kulak verilebilir. Devrim hatalarla yürür kendi yolunda, böyle zamanlarda takılıp kalmamak en iyisi değil mi?

Bakın ne diyor Şirazlı Hafız: “Bir gönül sevgilinin bakışlarından bir yük yüklendiyse yüklendi, olup bitti. Canla canan arasında bir macera olduysa, oldu geçti / Söz getirip götürenlerde elemeler meydana geldi, ama arkadaşlar arasındaki bu yakışmaz iş geçti gitti / Vaize söyle Hafız’ı tekkeden çıkıp gitti diye ayıplamasın. Hür kişinin ayakları bir yere bağlanmaz ki, gittiyse gitti.”

Akademinin köle ruhlusu

İranda da Humeyni’nin mollaları devrimi çaldılar ve pek çok İranlı ülkesini terk etti. Aslında devrim idamlarla, sürgünlerle karşı devrime dönüşğü sıralarda solun düşünürleri, politikacıları asıldığı ya da sürüldüğü için içerdeki tartışma yalnızca İslamcılar arasında oluyordu. Bu tartışmaların en ilginci belki de Rıza Davari Ardakani ile Abdülkerim Suruş arasındaki tartışmadır. Davari moderniteyi ve ona ait her şeyi reddetmekten yanadır, ama bir yandan da kendi felsefesine pek uygun bulduğu (ne mutlu bir buluşma) Heidegger’i bir yana bırakamayan düşünürüdür yeni rejimin. Davari’nin tartıştığı akademisyen ise Batı ile, Batı düşüncesi ile ipleri koparmanın yanlış olduğunu savunan Abdülkerim Suruş oldu. Batı’nın her şeyini reddeden Davari doğal olarak burjuvazinin has elemanlarını, filozoflarını da elinin tersiyle itiyordu. Davari Batılı filozofları, Heidegger hariç, şeriat için tehlikeli buluyor, ümmet içinde bölünmelere yol açacaklarını, kişinin Allah’a itaatini ve saygısını sarsacaklarını düşünüyordu. Abdülkerim Suruş aynı kanıda değildi. Ona kısaca dinde reform arayışında bir akademisyen denilebilir. Kavga epeyce sürdü. Davari İran’da emekli bir profesör olarak yaşıyor. Gelişmeler onu korkutuyor olabilir; yaşlandı, ama korku yaşla bağlı bir durum değildir.

Ve isyankârı

Suruş ise ülkesini terk etmek zorunda kaldı, ABD’de Maryland’de yaşıyor. Onun gelişmelerle ilgili görüşlerini eylülde yazıp duyurduğu açık mektuptan öğrendik. Sert ve değerli bir mektuptur.

Değerlidir çünkü geçmişte İslamcı rejimi desteklemiş bir İslam entelektüelinin kaleminden çıkmıştır. Değerlidir çünkü kendi geçmişiyle ilgili eleştiriler içermektedir. Son dönemlerde ağır bir dille eleştirdiği sistemi uzun süre savunmuşsa da, sonunda bu sistemin kötülüklerini görmüş, eleştirilerini sakınmamış, özeleştiri yapmaktan gocunmamıştır. Perspektif sitesinde Veysel Başçı’nın çevirisinden okuduğumuz mektubun tümünü değil ama kimi çarpıcı cümlelerini aktaralım.

Diyor ki Suruş “Ülke kan deryasına döndü, bu yönetim anlayışı ve uygulamalarına öfke duyan halk da 40 yıldır bu anlayış altında ezildi.” Suruş, ülkeyi kan gölüne çevirenlere diyor ki Küllerle söndürmeye çalıştığınız her ateş tekrar alevlenecek ve pek çoğunuzun eteğini tutuşturacaktır.” Eski dostlarına, ulemaya da, “seyirci kalmayın artık; cevr-i istibdata (istibdatın cefasına) nokta koyup halkın safına katılın” diye sesleniyor. “Ey ulema” diyor, “umulur ki şu gaflet uykusundan uyanır ve kafesteki kuş misali can verir halde kanat çırpan halkların kedere bulanmış sesini ve nefesini duyarsınız. Biliniz ki bu sessizliğinizin nahoş bir sesi vardır. Gökteki yıldızlar, kayalar, taşlar bile halkın mahzun ve mazlum sesini duydular da sizin o nazenin kulaklarınız mı bunu duymadı? Neden korkuyorsunuz? Zulüm ve sitem binasının yıkılmasından mı? Yoksa konforlu tahtlarınızın devrilmesinden mi? Bir şeyler yapın ve zalimin yüzüne tükürün. Halkın bugünkü öfkesi bir Mehsa Amani ya da bir Settar Beheşti öyküsünden çıkmış bir öfke değildir. Yıllardır onlarca ve yüzlerce Mehsa ve Settar zulüm gördüler; Devrim Muhafızları’nın kara dehlizlerinde, kötülüğün kılıcı altında ve darağacındaki çıplak üryanlarda nice kişilerin yüreği kana bulanmış ve ruhu paralanmıştır. Şimdiyse o damla damla akıtılmış kanlar yıkıcı bir sele dönmüştür ve zalim Sultan’ın otağını ve sarayını önüne kattığı gibi yıkıp, yıkayacaktır. Ülke yanıp tutuşurken sizler rahat yataklarınızda kalmayı mı düşlüyorsunuz.”

***

Uzun mektubunu Hafız’dan bir gazelle tamamlıyor Abdülkerim Suruş. Belki zulme isyan etmekte gecikmiş olabilir, belki yalnızca isyan kurtuluş demek değildir, olsun halkın safına geçmenin değeri büyüktür.

Ne diyordu Şirazlı Hafız?

“Hüzün ve matem kulübesini gülistana dönüştüremiyorsanız en azından o iddiasız kulübelerde oturanlarla birlikte olun” demiyor muydu?

Peki biz, “Gerçek İran, Şirazlı Hafız’ın İran’ıdır” dememiş miydik?