Ne yana baksan, göreceğin her iki kişiden biri ya bizzat röntgenci,kaset çetecisi, şifreci, kopyacı, sanat düşmanı, kadın katili, emekçi...

Ne yana baksan, göreceğin her iki kişiden biri ya bizzat röntgenci,kaset çetecisi, şifreci, kopyacı, sanat düşmanı, kadın katili, emekçi düşmanı, nükleerci/HESçi/siyanürcü, din-mezhep savaşı kışkırtıcısı/’Madımak’çı yamağı, sahte delil fabrikatörü, özel mahkeme muhbiri/piyonu, ipini koparmış küfürbaz vb…, ya da bütün bunların aktif destekleyicisi: Ne tatsız bir dünya; ama, pes etmek yok; zira, bu ülke bizim ve başka vatanımız yok.
Başbakanın ana hedeflerinden biri, baraj altına itemediği MHP’yi Meclis içinden kemirmek olacak.
BDP tabanına karşı ise şu yolları deneyecek: Bir yandan polis şiddeti, gözaltı ve tutuklamalar, KCK operasyonları; diğer yandan da, sınır tanımaz bir din sömürüsü eşliğinde Hizbullahçıları fiziken destekleyip hukuken himaye etmek; bu suretle de insanları canından bıktırarak, hatta doğrudan can korkusuyla AKP’nin etekleri altına sığınıp evcilleşmek zorunda bırakmak.
Sözleşmeli 50 bin er, 10 bin yeni korucu, sınır güvenlik güçleri ve en kısa vadede çıkartmak peşinde olduğu ‘gençleri silahlandırma’ (18 yaşına gelene 5 silah ruhsatı) yasası: Bütün bunlar, AKP’nin kansız bir çözüm gibi bir derdi olmadığının göstergeleri.
AKP, varoluş modeli itibarıyla esas olarak İstanbul’un uyanık, cevval, kıvrak seyyar satıcısı; aynı zamanda, Emniyet Sarayı karşısına tezgah kurmuş ‘ehliyet, ruhsat, plaka’ işleri takipçisi; üniformalıyla kendisi arasındaki zahirî karşıtlık ve mesafe de, aslında hem müşteriyi kendine yandaş yapıyor hem de gördüğü hizmetin fiyatını yükseltiyor: Rüşvetinden kabadayılığına, şantajından tümden biyatına her yolun mubah ve mevcut olduğu bitimsiz bir pazarlık ve al-ver ilişkileri yumağı; dolayısıyla her şey, yarı karanlıkta, kapalı kapılar ardında.
Bu model, devlet yönetimi katına taşındığında gizli pazarlıklar, karşılıklı tavizler, vaatler, tabiî bu arada birilerini birilerine satmalar; kısacası gizli mutabakatlar; partnerler daima ve daima muktedirler, dolayısıyla da çoğu kez müstebit yöneticiler, karanlık prensler, çetesel öbekleşmeler, yarı gizli örgütler olmak üzere. Bu düzeneği devam ettirmenin zorunlu koşulu ise, bir taraftan siyaset halkın sorgulama ve müdahale erimi dışında tutulurken, ‘reis’in de her şey hakkında herkes adına taahhütte bulunabilecek derecede mutlak bir otoriteye sahip olması: Tayyip Erdoğan’ın %10 barajı ve lider sultası için ne gerekiyorsa hepsini vazeden mevcut siyasî partiler kanununun muhafazası konusundaki ölümüne ısrarı boşuna değil.
Dış politika, özellikle de komşularla ‘sıfır sorun’ formülünü uygulamak adına diktatördü, vampirdi demeden bütün muktedirlerle derunî, samimî ve naşeffaf bağlantılar kurulması da aslında AKP’nin ‘işportacı-iş takipçisi’ özünün tipik bir tezahürü. Ahmet Davutoğlu, bu işte ‘vitrin mimarı’: Okur yazarı kıt ailenin ‘okumuş’ çocuğu; misyonu, her türlü ahlakî değer ve entelektüel derinlikten yoksun bir oportünizme ‘derinlikli’ bir kılıf ‘fabrike’ etmek.
Ha ‘Sıfır sorun’, ha ‘Con Ahmet’in Devridaim Makinesi: Sıfır sürtünme ve sıfır yıpranma sayesinde sonsuza kadar hiç yakıt tüketmeden kendiliğinden işleyecek mucize makine. Ya da, ‘Kız Tavlama Sanatı’ndan bellediklerini bir uygulasın, henüz bir kız eli bile tutmadan geldiği büyük kentte kimseye kadın-kız bırakmayacağına inanan hırslı taşra delikanlısının ham pozitivizmi; eblehçe bir optimizm ile ahlak tanımaz (a-moral) bir pragmatizmin eşliğinde.
Kürt meselesini de işte bu kafayla çözmeye soyunuyorlar. Her şeyden önce, kapalı kapılar ardında birkaç mutabakat; tabiî, muktedirler arasında. Biz sıradan insanları yönlendirmek, gerektiğinde de yola getirmek üzere de birkaç PR (Halkla İlişkiler) numarası: Habur’a çadır mahkemesi; sirk gösterisi türünden bir grup konuşması, Ahmedi Hanî’li, Ahmet Kaya’lı ve de TRT-Şeş, panayır şenliğinin güya büyük ikramiyesi.
Çok önemli ve anlamlı bir ayrıntı ise, Habur girişlerinin DTP’lilere son anda haber verilmesi: Her şey, halkı –ki, burada Kürtler söz konusu olmak üzere- siyaset dışında bırakmak, sivil siyasetin önünü kapatmak için; dolayısıyla, kapalı kapılar ardında, halkın dışından/üstünden, alaca karanlıkta.
Sadece gerillanın ayağına mahkeme götürmek değil, tam tersi yönde, yüzlerce seçilmişe, elleri kelepçeli resmigeçit yaptırtmak da yine bir PR numarası, “bak, bizim oyunumuzu oynamayanlara biz neler yaparız” mesajı verme bâbında; insanları ‘şahin’di ‘güvercin’di diye kendi aralarında parçalayıp çatıştırma projesi doğrultusunda.
Herkes, ama iktidarda olduğuna göre en başta da AKP şunu bilmelidir ki, PKK, burada, bizim aramızdan çıkmıştır; Kandil’dekiler oraya gökten inmemiştir; dolayısıyla, her ne problem varsa, burada ve bizim tarafımızdan çözülürse çözülecektir.
Türkiye, eğer ulus-devletse ve öyle kalmak istiyorsa, buradaki ‘biz’in, PKKlısı da gerillası da dahil, bütün vatandaşları kuşatması zorunludur; ki, bunun için ön koşul da ‘iç düşman’ kavramının, -resmî belgelerden zihinlere kadar-  her yerden köküne kadar tümüyle kazınmasıdır. Kendi vatandaşlarından, değil bir bölümünü, bir tekini dahi düşman olarak görüp ona karşı savaş açan, yani kendi muhasımı konumuna yerleştiren devlet, bu düşmanı ya tümüyle yok etmek ya da kayıt şartsız teslim almak zorundadır. Yok eğer bunu başaramaz da barış arayışına girerse, muhatap olarak da karşısına işte bu muhasımı almak zorunda kalacaktır. Oysa devletlerin muhatabı yine devletler olur; dolayısıyla, bir devlet ki, kendi vatandaşıyla müzakereye girişir, aslında kendi kendisini onun devleti olmaktan düşürmüş, en azından onun üzerindeki hükümranlığından şu ya da bu ölçüde vazgeçmiş de olur; karşısındaki böyle bir şey istemiyor olsa dahi.
Kürt sorunu olarak adlandırılan durumun üstesinden gelebilmek için ilk adım, devletin PKK’yı fiziken yok veya örgüt olarak tasfiye edilecek, olmadı silahsızlandırılacak bir muhasım olarak görmekten vaz geçmesidir. Hele bu hedef doğrultusunda dış güçleri ne şekilde olursa işin içine sokmaya kalkması, başarısız kalmaya mahkûm olmanın ötesinde, hem kendi bağımsızlığını şu ya da bu ölçüde kaybetmesine yol açacak, hem de doğrudan doğruya kendi –isterse suçlu olsun- vatandaşlarına karşı ihanet niteliği taşıyacaktır.
Sorunu çözmek üzere PKK’nın tasfiye veya etkisizleştirilmesine odaklanmak ya da PKK’yı yok sayan bir paradigmayı dayatmaya kalkmak başarısızlığa mahkûmdur; zira, PKK sadece silahlı eylemlere, dağdaki insanlara ve onların örgütlülüğüne indirgenemeyecek kadar kapsamlı ve derinlikli, bu arada kendi kültürel evrenini de oluşturmuş toplumsal bir olgudur: Daha 5-6 yaşındaki Diyarbakırlı çocuk, polisin Nevruz’da dağıttığı şekeri almıyorsa, bu siyasal bir tercihin ürünü değil, doğrudan doğruya psiko-kültürel bir reflekstir.
Hem PKK’yı tasfiye etmeye odaklanıp, hem de bu yolda PKK veya önderini muhatap almak ve bunun yanı sıra sivil/legal Kürt siyasetinin önünü kesmek için   -yasal/yasa-dışı-  her yola baş vurmak, eğer şizofrenik bir hezeyan değilse, ancak ve ancak bu ülkeyi iç savaştan parçalanmaya kadar her türlü felakete uğratmayı göze almış uğursuz bir iktidar hırsıyla açıklanabilecek bir icraattır. Şöyle ki, silahsız siyaseti cezalandırıp, silahlı olanı/silaha hükmedebileni ka’le almak  -olmaz ya-  silahlı olanın silahını bırakmasını sağlasa bile, silaha sarılmayı sesini duyurup sözünü dinletmenin tek kuralı hâline getirmekten başka bir işe yaramaz.
Bu arada, hiç unutulmaması gereken bir şey vardır; ki, o da, silahlı Kürt muhalefetinin, şimdilerde artık lanetlenmesi neredeyse ulusal bir görev hâline gelmiş 12 Eylül darbe rejiminin uğursuzlukları karşısında vücut bulup güçlenmiş ve en uzun soluklu savaşı vermiş hareket olduğudur.