Fatih Altaylı ve Soner Yalçın, Türkiye-ABD ilişkilerinin gidişatı üzerine aynı gün, 12 Eylül’de, iki yazı yazdılar. Altaylı, Sarraf davasına Çağlayan’ın dahil edilmesinin ve hakkında tutuklama kararı çıkarılmasının Amerikan devletinin politikası olduğunu belirtiyor ve ABD’nin Türkiye’yi uluslararası bir askeri müdahaleye açık hale getirmeye çalıştığını iddia ediyordu. Yalçın ise korumalarına ABD’de tutuklama kararı çıkarılmasının Erdoğan’ın güvenliğini zayıflatmaya yönelik bir hamle olduğunu ve bunun bir suikastla neticelenebileceğini, yani ABD’nin Erdoğan’a bir suikast planladığını söylüyordu.

27 Mart 2016’da bu köşede yayınlanan ‘Sarraf’ın tutuklanması: ABD dosyayı Cemaat’ten aldı’ adlı yazıda, ABD’nin Cemaatin yarım bıraktığı işi tamamlama kararı verdiğini ve Sarraf’ı bu nedenle tutukladığını söyleyerek yazıyı şöyle bitirmiştik:
“Görebildiğimiz kadarıyla, ABD 17-25 Aralık dosyasını Cemaat’in elinden aldı ve meseleye doğrudan dahil oldu, bu ise ABD’nin Türkiye’deki mevcut iktidarla ve tepesindeki isimlerle olan ilişkilerinde çok ciddi kırılmalar yaratma potansiyeline sahip bir hadise.

Sarraf’ın tutuklanmasını Türkiye’deki başkanlık ve otoriterleşme tartışmalarından, ABD ve Rusya’nın Suriye anlaşmasından, Türkiye’nin Suriye siyasetinden, ABD’nin PYD ile ilişkisinden, Kürt sorunundan ve artık ABD basınında açıktan yazılır hale gelen darbe iddialarından ayrıştırarak değerlendirmek mümkün değil. Bu tutuklama, ‘büyük resmin’ ortasına yerleştirerek okunduğunda bir anlam kazanıyor, Türkiye’de siyasetin yeni ve sarsıcı gelişmelere gebe olduğu görülebiliyor.”

Çağlayan’ın dosyaya dahil edilmesini de, korumalar hakkındaki tutuklama kararını da yine bu ‘büyük resmin’ içerisine yerleştirmek gerekiyor. Sahiden de mesele basitçe İran’a yönelik ambargonun delinmesiyle ya da korumaların Washington’da kavgaya karışmış olmasıyla ilgili hukuki bir mesele değil, ortada baştan sona siyasi bir tutum var. ABD, iktidarın izlediği politikalardan ve elbette ki esas olarak uluslararası sistem açısından öngörülemeyen bir figür haline geldiğini düşündüğü Erdoğan’dan rahatsız ve işte tam da bu nedenle, “ABD Türkiye’ye askeri bir müdahalede bulunabilir mi” ya da “Erdoğan’a yönelik bir suikast söz konusu olabilir mi” soruları artık açık açık sorulabiliyor ve bu kimseyi şaşırtmıyor.

ABD ile ilişkiler bu durumdayken Avrupa’da durum ne peki? Başta Almanya olmak üzere, Avrupa ile de işlerin iyi gitmediği açık bir şekilde görülebiliyor. Avrupa Parlamentosu’ndan bir kez daha Türkiye ile üyelik müzakerelerini durdurma talebi çıkarken, Merkel Gümrük Birliği’nin genişletilmeyeceğini ve Ekim ayında da diğer üye ülkelerle müzakerelerin dondurulmasını görüşeceğini söylüyor. Almanya’nın Türkiye’ye yönelik silah satışları ise önemli ölçüde durdurulmuş durumda, yani kısmi bir silah ambargosunun da söz konusu olduğunu söyleyebiliyoruz. Almanya’nın tutumunu seçimler sonrası değiştireceği beklentisi ise fazla iyimser bir nitelik taşıyor, seçimlerden sonra da Alman devleti farklı hamlelerle iktidarı sıkıştırmaya devam edecek gibi görünüyor.

Bir proje olarak AKP’nin 2000’lerin başında bizzat ABD’nin teşvik ve onayıyla hayata geçirildiğini, uzun süre boyunca da hem ABD hem de Avrupa tarafından desteklendiğini biliyoruz, yani iktidarı iktidar yapan asıl gücün emperyalizm ve gerek uluslararası gerekse de yerli sermaye olduğunu söyleyebiliyoruz. Bugün itibariyle ise sermaye çevreleri henüz iktidardan desteğini çekmemiş olmakla birlikte, emperyalist merkezlerde çok net bir tutum değişikliği gözlemlenebiliyor ve Erdoğan da bunun farkında. Daha geçen hafta Kazakistan ziyareti öncesi yaptığı basın toplantısında “Eskiden bizi zirvelere davet ederlerdi, artık onu da yapmıyorlar” minvalinde ettiği sözler tam da bunun yansımasıydı. Rusya’yla ve İran’la yakınlaşma çabaları da, S-400 anlaşması da, Suriye siyasetindeki değişim de tamamen söz konusu farkındalıkla ilgili ve bunların hepsi emperyalist merkezlerle yeni bir denge noktası bulmayı, ‘üzerini çizdirmemek’ için pazarlık kozları yaratmayı hedefliyor.

Tüm bu yaşananlar ise tarihi ve siyaseti biraz bilenler için şaşırtıcı değil. Mekanizma çok uzun süredir tüm dünyada aşağı yukarı şöyle işliyor: Emperyalizme bağımlı bir ülkede, emperyalist merkezlerin desteğiyle iktidara gelen bir kişi, önce bütün gücü ve yetkiyi kendinde topluyor, sonrasında sistemin ya da düzenin dışına çıkmamakla birlikte sistemi karşısına alabilecek işlere girişiyor, kimi kırmızıçizgileri aşıyor, emperyalizm buna kendisinden desteğini çekerek yanıt veriyor, kişiyi sıkıştırmaya başlıyor, o kişi ise rakip kamptan ülkelerle yakınlaşmayı deniyor ama bu çoğu kez yeterli olmuyor ve neticede devriliyor.

Türkiye’de rejimin seyri de hemen hemen böyle, yani ‘toplumsal yasalar’ burada da iş başında ve yavaş yavaş sürecin sonuna doğru yaklaşılıyor gibi görünüyor. Ancak tam da bu noktada esas soru bu gidişin nasıl olacağıyla ilgili. 90’ların sonunda Erbakan “Kanlı mı kansız mı olacak” sorusunu sormuştu. Milli Görüş gömleğini çıkaranların iktidara gelişi kansız oldu, gidişlerinin nasıl olacağını ise henüz bilemiyoruz. Eğer yeniden giyilen bu gömleğe karşı, bu sefer de AKP’nin içinden emperyalist merkezlerin desteğini almış bir ‘yenilikçi’ grup (Gül-Davutoğlu ekibi) çıkar ve inisiyatif alırsa daha az şiddet yüklü bir süreç söz konusu olabilir, diğer seçeneklerde ise kendisinin kaderi ile Türkiye’nin kaderini ortaklaştıran kişiselleşmiş iktidarın gidişi öyle kolay olmayacak ve “benden sonra tufan” denilerek iktidarda kalmak için her türlü seçenek gözü kararmış bir şekilde denenecektir.