Belki şu sıkılmaya başladığımız ev hapsi biter bir gün ama dünyanın, ülkemizin büyük koşulları daha da ağırlaşmış bir hapishane olmayacağının garantisi var mı? O garanti, siz değilseniz yoktur...

Kapalı kalmanın sıkıntıları

Sizi de canları öyle istediği için, birilerinin daha rahat olabilmesi için, planlı dümenlerin işleyebilmesi için aslı astarı olmayan, olması da imkânsız, deli saçması nedenlerle bir şafak vakti gelip evinizden alabilirler. Aylarca F-Tipi “villa”da kalabilirsiniz. Demirkapı gıcırtıyla kapandığında yapacağınız bir şey yoktur. Onları yavaş yavaş keşfedersiniz. İlk keşfiniz özgürlüğü kimsenin sizden alamayacağıdır. Bu düşünmeyle ilgili bir keşiftir. Okuduğunuz kitapların, tartışmaların, ne biliyorsanız, ne biriktirmişseniz onların size yardım edeceğini, özgürlüğünüzü dört duvara rağmen genişletebileceğinizi fark eder, okumak için yeni kitapların peşine düşersiniz. Zor olabilir, engeller çıkabilir ama sonunda okuma özgürlüğünüze kavuşacaksınız. Sonraki keşfiniz yürüme özgürlüğüdür. Evet beton “bahçede” mekan sınırlıdır, o mekanı nasıl genişletebileceğinizi de kısa sürede öğrenecek, özgürlüğünü biraz daha çoğaltacaksınız. Tamam mekan dar olabilir ama siz yürürken pekâlâ bildiğiniz kentinizde, kasabanızda, eski güzergâhlarınızda yürüyor olabilirsiniz; kim durdurabilir, kim Çankaya’dan yola çıkıp Tunalı Hilmi’den, Tunus Caddesi’nden, Konur ya da Karanfil’den geçerek Kızılay’a gitmenizi engelleyebilir ki.

Ama şimdi durum biraz farklı. Kendi evinizde kapalısınız. Kim kapattı sizi buraya? Küçük, neredeyse bir ağırlığı bile olmayan bir virüsün bu işi başardığı, sorgusuz yargısız size eve kapatma cezası verdiği söyleniyor. Bir başka görüş ölüm korkusunun kendi kendinizi cezalandırmanızın nedeni olduğudur.

Aslında tam olarak sizin kararınız sayılmaz. Devlet, hükümet ya da her kimse size sizin için hayırlısının evinizden çıkmamak olduğunu söyledi, bunu bir yasağa dönüştürdü. Siz de ama itiraz etmediniz, hatta “bu yeterli değildir, sokak herkese yasaklansın” diye desteklediniz bu kararı.

Başkalarına bulaştırma korkusu elinizi kolunuzu bağlıyor. İnsanlar ölüyor, gözle görülemeyen ancak mikroskoplarla resmedilebilen virüs sinsi bir şekilde vücudunuza giriyor. Kısacası adeta görünmez bir düşmanla savaşta ağır kayıplarla hayatımızı sürdürmeye çalışıyoruz da içimizde bir kuşku büyüyüp duruyor. Nerden çıkıyor bu ölümcül cüceler, katil bakteriler, virüsler?

Nüfusu seyreltme zamanı mı?

Rivayet muhteliftir. Bu “kaderi”, bir komplo olarak değil, bir gerçeklik olarak dünya nüfusunun zaman zaman seyreltilmesiyle ilişkilendirenler vardır. Örneğin tarihi anlamak için yalnızca bir alana değil iklim, coğrafya, kültür, ekonomi bütün alanlara bakmak gerektiğini savunan ünlü Annales okulunun önde gelenlerinden Fernand Braudel, insanın maddi uygarlığı inşa eden tek unsur, tek güç olduğu zamanlarda uygarlıkların atılımını teşvik ettiğini söyler. Ve ama der, “insan sayısındaki bolluk başlangıçta yararlıyken, nüfus artış hızı ekonomik büyümeden daha yüksek olduğunda zararlı hale dönüşmektedir.” 16. yüzyılı da örnek gösterir. Ayrıca “bugün azgelişmiş ülkelerin çoğunda da böyle oluyor” diye de ekler. (Uygarlıkların Grameri. sf.50. İmge Kitabevi) Kuşkusuz bu saptamanın öncesiyle, şimdisiyle kapitalist sistemle ilişkisini burada yinelemeye gerek yok. Bu nüfusu seyrelten gelişmelere, insanları kırıp geçiren kıtlık dönemlerini, salgınları örneğin Veba’yı, İspanyol Gribi’ni de eklemek gerekir.

Burada duralım; tam salgınlardan söz etmişken acaba bu “Sars-Covid19” rumuzlu pandeminin de böyle “göklerden gelen bir misyonu” yok mu diye sorasım geliyor. Çünkü belli başlı kapitalist ülkeler ABD gibi İngiltere gibi evvel eski emperyalist jandarmalar “böyle doğal seyreltme işlerinin önüne geçmeyelim, Allah’ın işine karışmayalım, tarihe müdahale etmeyelim” demediler mi?

Ama bu bir soru değil, bir olgu. Trump örneğin yüzünde herhangi bir renk değişimi olmadan, “milyon daha iyi olurdu” hayali kurarken, “200 bin kişinin ölmesi bizim için başarıdır” demedi mi? Uykudan yeni uyanmış saçlarıyla büyük büyük dedesinin Türk olduğu gazetelere iftiharla haber yapılmış Boris Johnson “sürü yöntemi uygulayacağız, giden gider kalan sağlar bize yeter” diye konuşurken, “ayıptır bu ne biçim laf” itirazı üzerine, “değiştirdik, kendi haline bırakmadık önlem alıyoruz” diye kıvrak bir hareketle çark ederek, daha ince yöntemlere ricat etmedi mi? Bizde de işkillenenler var ama bizimki daha çok Umre kaynaklı bir feraset yoksunluğudur; ne yapsınlar ideolojik stratejik hedeflerinden mi vazgeçsinler, tarikatları, Diyanet’in akıl hocalarını mı kızdırsınlar. Mecbur kaldılar işte! Ateşleri çıkmasın diye Paracetemol dağıttılar muhteremlere. Ne olmuş, “izle-gizle-sakla-akla” yönetimiyle bir noktadan sonra, her köşeden çıkan STK mıdır Oda mıdır her neyse ihaneti vataniye teşkilatlarının önerilerine de kahramanca dik durarak, sermayenin çıkarlarını koruyup kollamayı bırakmadan, “20 yaş altı 60 yaş üstü eve - işçi fabrikaya” yönteminden şaşmadan “yapmayın yahu bu da bir tür sürü yöntemidir” diyenlere kulak asmamak şeklinde tezahür etmekle, amaaan uzadı bu cümle, anlayan anlamıştır zaten, nokta...

Kapitalizmde 'rasyonalite'

Nüfus artar eksilir; kimi zaman salgın hastalıklar, kuraklıklar yardım eder, gereğinden fazla büyümüş yedek işçi ordusu ya da başa bela yoğun nüfus savaşlar yoluyla da seyrelebilir. Dünya savaşlarını, hiç gerek yokken Japon nüfusunu seyrelten Hiroşima, Nagazaki atomlarını, daha yakına gelelim, Yugoslavya’nın parçalanması sırasındaki can kayıplarını, Irak, Suriye, Libya saldırılarındaki milyonluk seyrelmeyi, dahası da var ya, bırakalım artık bu can sıkıcı seyreltme meselesini. Ne diyorsun yani; kabahat rumzu güzel Sars-Covid19 virüsünde değil de yeryüzünün, havanın, denizin canına okuyan, her yeri betona boğan, -“bak üç gün sustu bacalar kuğular göllere geri döndü” diyorlar- dünyayı yaşanmaz hale getiren kirli işlerinde mi kapitalizmin?

İspatın var mı senin? Hani nerde? İspatım şudur ki, kapitalizmin ezmeye, sömürmeye, kıyıma, kırıma dayanan “rasyonalitesi” engel tanımaz.

Sadede geleyim de 60’ı çoktan geçtiğimiz için “koruma amaçlı” eve kapatılışımızın, kendimizi tutuklayışımızın sıkıntısını atıp üzerimden, “bundan sonra her şey başka olacak” diyenleri anlamaya çalışayım; “iyi mi olacak - kötü mü olacak?” papatya falına oturmayayım, ne yapılabilir diye düşüneyim.

Boş umutlara kapılmasak iyi olur. Ne kadar sürer bu sıkıntı, can kaybımız ne olur bilmek zor. Sık sık söylenen “kapitalizm iflasın eşiğinde” işe yaramaz bilgisini, umudunu bırakmalı. Can Soyer yazdı; “tıpkı bir virüs gibi, kapitalizmin kendisi de çevre koşullarına ayak uydurma ve sürekli kendisini yeniden üretme konusunda eşsiz bir yeteneğe sahiptir.” Devam ediyor Can, “tarihe baktığımızda gördüğümüz gibi, bu tür ‘felaket’ dönemleri, kapitalizm açısından bir tür ‘yaratıcı yıkım’ fırsatı olarak da görülebilir.” (Salgından sonra, tufandan önce; İleri Haber)

Braudel de yazmıştı; “bu biyolojik felaketlerden sonra -örneğin Avrupa’da 14. yüzyılın ikinci yarısında , Kara Veba ve onu izleyen diğer salgınlar- hayatta kalanlar bir süre daha müreffeh yaşamakta ve genişleme yeniden başlamakta, yeni bir frenlemeye kadar hızlanmaktadır.” (agy. sf.50)

***

Kuşkusuz Braudel’in anlattığı dünya o dünya, kriz o sirkülasyonun krizi değildir. Çaresiz miyiz? Hayır ama yine de sistemin karşısında geçmişten ya da gelecek tasarımından değil, geldiğimiz yerden bugünden yola çıkarak çıkış yapabilecek güçler yoksa ya da toparlanamıyorlarsa işimiz zordur.

Belki şu sıkılmaya başladığımız ev hapsi biter bir gün ama dünyanın, ülkemizin büyük, koşulları daha da ağırlaşmış bir hapishane olmayacağının garantisi var mı?

O garanti siz değilseniz, yoktur...