Martılar çığırtkanlık yapar mı? Şair olsaydım, yaparlar, derdim. Yağmur iri iri yağıyordu, bu martıların umurunda değildi. Aksine daha küstahtılar. Karşımdaki çiftin kahkahaları kesilmişti

Kapalı kapılar ses geçirmez

Tekgül Arı

İki günlük kaçışla susturacaktım zihnime hücum eden bildik ama cevabı alınamayan yılgın soruları. Ruhumu yatıştırmak için çıkmıştım oysa yola. İlk gün denize koştum. Haydarpaşa Garı’na el sallayıp martılara özenerek baktım. Güneş neşeliydi. İçimde çatlayan sesleri bastırabilmiştim.

Ertesi gün kirli, buruşuk çarşafa dönmüş gökyüzüne rağmen sokağa attım kendimi. Yağmur aceleci davranıp hızla indirmeseydi sularını, biraz daha yürümeyi göze alabilirdim. Yağışın şiddetine kabanımın dayanamayıp içime kadar işleyeceği kesindi. Hemen deniz kenarında gördüğüm ilk kafeye girdim. Üstü kapalı, iki yanı naylon kaplı kafenin geniş pencerelerinin önündeki bir masaya otururken çay söyledim. Başımı çevirip denizi izlemeye başladım. Öylece kaç dakika geçti farkına bile varmadım. Ta ki duyduğum kahkahalara kadar. Çay dolu bardağı sol elimle avuçladım, ben ortalama sıcaklıkta çay içmeyi hiç mi hiç sevmem. Çaresiz yudumlarken karşı masaya kurulmuş, birbirlerine iyice sokulmuş çifti, çaktırmadan gözetlemeye başladım.

Kırk yaşlarında açık kumral saçlı kadın, elindeki telefon mikrofondan yayılan bol kahkahalara, aynı ritimde cevap veriyordu. Bilmediğim bir dil, ülkemde kahkahanın unutulmuş tarihini yeniden kaydediyordu sanki. Kadının yanındaki adamın mikrofona eğilerek ağzından çıkan, ‘yahşi,’ sözü dudağının ritmine hiç uymuyordu. O bunun farkında değildi. Belki kalın bıyıkları engeldi, sözcüğün tınısının eğreti çıkmasına, belki de yeni öğreniyordu bu sözcüğü. Alnından yüzüne yansıyan çizgiler derindi, altmışın üzerinde olmalıydı. Seyrek geriye doğru taranmış saçlarında tek tel beyaz yoktu. Üzerine katlanarak yüklenen yıllara karşı, saç boyasıyla eylemde bulunuyor olabilirdi. Yanındaki kadın buna değerdi, çünkü uzun zamandır ne böyle gülen bir kadın görmüş ne de mikrofondan yayılan kahkahalar duymuştum. İçim serinledi. Bakışımı fark etmesinler diye başımı martılara çevirdim. Boş gayretti benimki, ne karşı çaprazımda duran Haydarpaşa Garı ne de yolcu vapurları umrumda değildi. Kulağım sakınımsız yayılan konuşmalardaydı. Gözlerim daha fazla dayanamadı...

Ona en iyi ben bakarım, diyordu adam mikrofona doğru. Kolunu kadının omzuna attı hemen. Söz ve eylem birbirini tamamlıyordu. Kadın, cümleleri tercüme ediyor olmalıydı. Artık çocuk bakmayacak! Döndüm önüme, yeni gelen çayı içerken izlemeyi sürdürdüm. Neşe, kahkaha telefonda değişen her tınıyla birlikte sürüp gidiyordu. Kulağımın içi dolup taşmıştı. Kadın annesiyle konuşuyor olmalıydı. Adam iç çekerek, benim anam yoktur, sen benim de anam ol, diyordu. Ülkeler arası iletişim böylesi mutluluğu hak ediyordu belki de. Aynı ülke içinde neden birbirimizle sertleşiyorduk hemen? Yine içimle kakışıyordum. Fena halde canım sıkılmaya başladı. Köyümün kapıları kapatılmış, akrabalarım hapsedilmişti. Onların sesleri yalıtılmış, ben ulaşamıyordum. Haykırışları iğne deliğinden sızdığı an, yalan, diyordu üstelik mülki amir. Kendimi yatıştırmaya çalışıyordum sürekli. Dayım yaşlı ona dokunmazlar, diyordum. Sonra onun gelinleri, torunları aklıma geliyordu. Olacak felaketi içimde önlemeye çalışarak sabukluyordum sadece. Uğultulu, yılgın, sancılı hâllerini hissediyordum…

Martılar çığırtkanlık yapar mı? Şair olsaydım, yaparlar, derdim. Yağmur iri iri yağıyordu, bu martıların umrunda değildi. Aksine daha küstahtılar. Karşımdaki çiftin kahkahaları kesilmişti. Kafenin içindeki sessizliği feryat eden sirenler bozdu. Seyirci ruhları ölüme yetiştiriyorlardı. Gitme zamanını hep erteleyen, sirenlerin feryadıyla vaktin geldiğini anlayıp direnişe geçenlerdi onlar. Denize baktım, hâlâ kaosun içinde kıpır kıpır yaşayıp dalgasını geçiyordu. Onu dalgacı yapan, yaşatan vapurun sesi olabilirdi. Beni yaşatan neydi? Hiçlik olabilir miydi? Karşı masaya göz attım. Dünyaya geldim seyrediyorum, yola çıktım seyrediyorum! Kös kös durmanın ağırlığıyla sarsıldım. Köyde aklın alamayacağı kadar felaketler olacağı kesindi. Dar odada, kanepenin arkasına sıkıştırılmış hissettim kendimi. Soluğum kesilecekti neredeyse. Zırhlılar, evlere çevrilmiş namlular, tepeden uçan helikopterler… Kırılan kapılar, tekmelenen çocuklar… Kocalarının, çocuklarının önünde çırılçıplak elleri yukarıda duran kadınlar. Memelerinin üzerini yaprakla bile örtemeden gözlerini yere çivilemişti anneler… Öldürün daha iyi, diyorlardı onları sırıtarak izleyen adamlara. Vapurun düdüğüyle sıçradım oturduğum yerden. Pek müşterisi yoktu kafenin. Karşımda oturan çiftle rollerimizi değiştirmiştik. Zangır zangır titriyordum. Kapalı kapılar ses geçirmez ki! Hızla tuvalete gidip elimi yüzümü yıkadım. Geçmiş koltuk altlarımı yakıyordu. Annemin çıplak kalışını sindiremeyen kalbi, sessizliğiyle birlikte gömülürken tarihin sayfalarına not olarak düşülmemişti… Bir kez daha su çarptım yüzüme.

Döndüğümde, kesme şeker yok mu, diyordu garsona adam. Kıtlama içmeyince çayın tadı çıkmıyor. Garson başını sallayıp şeker bulmaya gitti. Onu şivesinden tanımıştım. Belki de köyün kapatıldığından haberi yoktu. Ya da vardı da kadının yanında açık etmiyordu. Kadın masanın üzerinde duran adamın elini kederlice okşuyordu. Altın sarısı saati göze batıyordu. Çay bu kafede diğerlerinin iki katıydı. Üçüncü çay benim için lüks olurdu ya dayanamadım, istedim. Yağmurun hızı kesilmiş, ince ince yağıyordu. Martıların telaşı henüz bitmemişti. Gökyüzü hâlâ kirli ve buruşuktu, o gün bugündü gitmek için. Hiçliğin de anlamı olmalıydı. Karşımda oturanların az önceki neşesi başka bir ülkenin maskelenmiş neşesiydi sanki. Sesler kırmızı tuşla kesilince kahkahalarda martıların kanadına takılıp gitmişti. Yaşam yine korkularını salarak dikelmişti karşıma. Köyüme sıçrayıp sıçrayıp duran metastazdı... Kadın içli içli ağlamaya başlamıştı. Kurban olduğum, diyordu adam, kadına sarılarak. Az dayan! İkisi de çaylarını bitirmişti. Masanın üzerine yirmi lira bıraktılar. Elele tutuşup naylon kafenin dışına çıktılar. Deniz kıyısında martılara baktıklarını gördüm. İkisi de yüzme bilmiyordu…