Sayfaları arasına yerleştirilmiş biletlerden yelpaze gibi açılmış festival kitapçıkları. Elimizde sandviçle o filmden o filme koşturduğumuz, neredeyse güneş görmeden, karanlık salonlarda aydınlandığımız 2 hafta. 34. İstanbul Film Festivali başladı.

Eskiden festival haberi yapacağımızda, fotomuhabiri direkt Emek Sineması önüne giderdi; uzun bilet kuyruklarını çekmeye… Her yıl Emek’in teşrifatçısıyla röportaj yapan en az 4-5 gazete olurdu. Emek’in gasp edilmesinin ardından festival, bizim için filmden çok Emek Sineması eylemi demek oldu. Emek’in teşrifatçısı nerde bilinmez, şimdi Emek’i yıkan Kamer inşaat ortaklarından Levent Eyüboğlu röportaj veriyor: “Bu binanın kendisi yok aslında. Dört duvar yapılmış, o dört duvarın üzerine de bir çatı…” Ne binalar yıktım yıktım zaten yoktular!
Bu yıl festivalde filmleri, “çok şükür hâlâ Atlas Sineması’nda film izleyebiliyoruz” duygusuyla seyrettim… Ve lakin umut ve inat etmekten başka şansımız yok.


Bir sinemanın dış kapısı sokağa açılmalıdır.

Peki kapı içeri doğru açıldığında? Bu yıl festival filmleri içinde dağların kayıp anahtarını arayan bir film var, Bakur. İlk gösterimi, 34. İstanbul Film Festivali’nde, 12 Nisan Pazar saat 16.00’da yapılacak. Atlas Sineması’nda…

Gazeteci Ertuğrul Mavioğlu ve yönetmen Çayan Demirel, PKK’nin geri çekilme kararının ardından, bu süreci görüntülemek üzere yola çıktı. PKK kamplarına giren ilk profesyonel kamera onlarınkiydi.

Mavioğlu’nun yönetmenleştiği, Demirel’in gazetecileştiği bir süreçte; bir uzun metraj belgesel çektiler: Bakur, Kuzey. Başlangıçta geri çekilme sürecini anlatmak için yola çıksalar da, sonra filmin odağına, PKK’nin dünyaya, barış sürecine bakışı ve PKK kamplarındaki yaşamı yerleştirdiler.

Filmde, komutanlardan biri şöyle diyor: “Bazen düşünüyorum bu kadar ölüme nasıl dayanıyoruz? Çünkü içinden geçiyoruz. Durup düşünsek, hayat durur aslında.”

İşte Bakur, geri çekilme sürecinde, durup düşündükleri dönemde çekilmiş. Bu durum, anlatıya da bir dinginlik getiriyor.

Röportaj yaparken karşındakine kayıt cihazını unutturabilirsen eğer, o zaman konuştuğun kişi sırf röportaj vermiyor, “sana anlatıyor”. Bakur ekibi öznel röportajlar dışında, gündelik hayattan çekimler yaparken kamerayı ve kendilerini de unutturmayı ustalıkla başarmış.

Anlatı sözden çok görüntüye dayalı, müzik olarak sadece doğal sesler ve kamplarda çıplak sesle söylenen ezgiler kullanılmış.

2013’ün yaz ve sonbahar aylarında, başta Dersim, Amed ve Botan olmak üzere çeşitli kamplarda gerçekleştirilen film, Kürt coğrafyasının Türkiye sınırları içindeki üç bölgesindeki gerilla kamplarındaki hayata tanıklık ediyor. Fonda silahlar olsa da gördüğünüz her zaman bir savaş ortamı değil. Sabah nöbetçisi uyuyanları, rojbaş (günaydın) diyerek uyandırıyor. Dersim’de misket, Botan’da ‘bırre’ yahut voleybol oynayanları; ortaoyunu benzeri bir temsil sergilediklerini görüyorsunuz. Siyaset bu temsillere de misket oyununa da sinmiş.

Belgesel kapsamında PKK’nin terzihane, hastane ve hapishanelerine de girilmiş.

Filmde Kato dağlarında röportaj yapılan Gulan Çekdar, daha sonra Kobane savaşında öldü.

Kadın komutanlarla yapılan röportajlarda, hareket içinde kadınların ne kadar güçlü ve etkin olduğu açıkça görülüyor. Üniformaları olsa da ciddiyeti şekil şemal üzerinden gütmüyorlar. Renk renk parmaklıklı çoraplarıyla bağdaş kurmuş; verdikleri mücadeleyi anlatıyor bir kadın…
Filmi izlerken PKK’ye katılmanın bölgede ne kadar doğal karşılandığını görüyorsunuz, bir komutan yeni gelmiş bir gence şöyle soruyor: “Gerçekten kararlı mısın? Kimisi ailesine kızıp geliyor…”

Oğlunu ziyaret edebilmiş bir anne, şöyle sitem ediyor, bir yandan severken:

- Hiç rüyama da gelmedin!

Dersim katliamı deyince akla gelen ilk sözlerden birini tekrar ediyor bir komutan: “Demenan aşiretinden birinin sözü, zannederim oğlu şehit düşüyor ondan sonra söylüyor: ‘Dağların anahtarını kaybettik.’”

Bakur, dağların kapısını aralayan bir rüzgâr gibi…