Nisan, malum, İstanbul Film Festivali ayı… O festivalin sadık takipçilerine Nisan dediniz mi, şıp diye festivali hatırlarlar. Festival deyince, amiral gemisi Emek Sineması’nı, Emek deyince de sinema müdürü Hikmet Bey’i elbette… Sinemanın kapısında durur, selam verircesine hafiften eğilmiş ve yüzünde hiç değişmeyen tebessümüyle. Bir aksilik varsa da (bilet yok, davetiye evde kalmış, trafik yüzünden gecikmişiz) gene o tebessümden medet umardık.

İşte gene Nisan ayındayız ama Covid-19 yüzünden festival yok, Emek zaten yok. Ne yazık ki artık sevgili Hikmet beyimiz de yok.

Ama onun iyicil siması yaşlısıyla-genciyle festival takipçilerinin hafızasına nakşolmuştur. Şimdi başarılı bir yapımcı olan, o sıralarda öğrencilik yıllarındaki bir arkadaşımız, “O yıllardan kalan en şahane hatıralardan biri Hikmet bey,” diyor. “Kuponumuz da, biletimiz de yoksa, gidip Emek’in önünde beklerdik. Sevgili Hikmet Bey, filmin başlamasına bir dakika kala odasından çıkar, bize eliyle ‘hadi hadi’ yapar, salona sokardı. Sayesinde kaç sinema delisi gencecik insan onlarca filmi çaktırmadan parasız izledi kim bilir...” Sizi “heybetli” diye tarif etmiş.

Bir başka arkadaşım ise ricası üzerine Hikmet beyin kartvizitini çıkarıp arkasına bir şeyler karalayıp verdiğini hatırlıyor. “Ece Ayhan’ın Emek Sineması’na serbest giriş bileti idi kartvizit. “Bunu verin kendisine, ilk geldiğinde gişeye göstersin. Arkadaşlar tanıdıktan sonra her zaman bekleriz” dedi.” Ayrıca, teşekkür de etmiş.

Sinemaya girince hemen sağdaki o küçük odada konuk edilmelerimizi hatırlıyoruz mesela. Çay ikramlarını… Hal-hatır sormaları, sohbetleri. Emek çalışanlarının hepsini kendi gibi candan dostlara dönüştürmesini… Hikmet Bey 20’li yaşlarında sinemada yer gösterici olarak başlamış işe. Bir söyleşide, “1956’da Almanya’ya işçi olarak gidecektim, Emek’te de zabıta olmak isteyenleri sınava sokuyorlardı,” diyor. “O sinemanın kokusunu aldıktan sonra ne Almanya kaldı ne başka bir şey! … Bütün hayatım allak bullak oldu, hep sinema, hep sinema, hep sinema…”

Kendisi yer göstericilikten müdürlüğe yükselmiş. Bizim zamanımızın yer göstericilerinden Murat ve Hayri kardeşlerimiz de (sonradan kendileriyle Beyoğlu Sineması’nda da birlikte olduk), müdür yardımcısından farksızdılar. Hikmet bey iyi bir idareci, işletmeci olarak sinemada kendisi gibi bir ekip kurmuştu. İçlerinden biri veda mesajında “babam” demiş onun için…

Başka neler hatırlıyorum? Geç kalmıştım, film başlamış. Festivalde malum, film başladıysa içeri giremezsin. Balkona alırlardı gerçi ama ben de değil karanlıkta, aydınlıkta bile o balkonun merdivenlerinden zor inerdim. “Ben götürürüm” dedi, kolumdan tuttuğu gibi üst kata çıkardı, çeviri yapan arkadaşın yerleştiği locaya oturtuverdi. Bunun başka versiyonları da var, elbet: Trafiğe takılıp geç kaldık, davetiyeye numara alamadık, bir yer buldu. Ya da, bir aksilik oldu (elektrik kesildi mesela), ayakta kalmayalım diye odasında oturttu. Cep telefonunun olmadığı günlerde sabit telefonu hizmetimize sundu. Şakir beyin oturduğu koltuğun da bulunduğu anlı-şanlı 11’inci sıranın en kenarını bize mesken etti ya da “En iyisi budur” diye en arka sıranın başına oturttu. vs. vs.

Ali, vefatınızın festivale denk geldiğine dikkati çekmiş. Deniz, “çok sevdiğin film festivalinin 39.’sunun kapanış gününde kapattın gözlerini...” demiş. Vahit ise, “Yarın senin doğum günündü ve bu günde bizleri terk ettin,” diye sitem ediyor. Siz de Emek kapanınca “İnsan evladını kaybetmiş gibi oluyor,” demiştiniz. Bir festival açılışında sahneden bağırmıştınız: “Emek Sineması’nı çok seviyorum, sinemayı çok seviyorum, sizleri çok seviyorum.” Alin haklı olarak, “O Emek’e yakışırdı, Emek ona. Artık ikisi de yok...” diyor. Siz Emek’i bizim festival yuvamız hâline getirmiştiniz. Ama dostlarınız da sizi unutmadı. Nilgün haklı, Pazar gecesi bütün kadehler size kalktı.