Mevcut düzende yaşadığımız sürece, kapitalizmden kaçmak imkânsız. Bireysel ölçekte kapitalizmi bir şekilde besliyoruz ve asıl sormamız gereken nasıl beslediğimiz.

Kapitalist sistemin gölgesinde ekoloji
Fotoğraf: AA

Gabes TORRES

Resmi tatiller yaklaştığında hep bulunduğumuz mevsimle ilişkili duyusal detayları hatırlarız. Sonbaharda kestane, nane ve tarçın kokusu; elma ve balkabağı hasadı, tüm aileyle yenen akşam yemekleri, birlikte planlanan tatiller… Tatil öncesi alışveriş ve indirimler…

Yaklaşan mevsimin habercileri hep heyecan vericidir. Fakat tatiller gereksiz derecede pahalı ve abartılı hale gelebilir. Çoğu zaman “tüketim düzeyimiz”, değerlerimiz ile ya da kapitalizmden uzaklaşma arzumuzla çelişir. Kutlamalarımız, içinde yaşadığımız baskıcı sistemin etkisi altındadır. Tüketim kültürümüzden uzaklaşırken, bolluk ve bereketi kutlamanın bir yolu var mıdır?

YOKLUK KORKUSU

“Bereket” sözcüğü oldukça yaygın kullanılır ve genellikle maneviyat ya da sağlık kavramları üzerinden para kazanma peşindeki sektörlerin dilinde pelesenk edilir. Batıda genellikle beyaz kadınlar tarafından sahiplenilir ve istismar dahi edilir. Bu tür dinamikler yüzünden bereket kavramı genellikle yanlış temsil edilir ve “bireysel bir tecrübe” olarak başarı ya da maddi güç ile ilişkilendirilir. Altında yatan gerekçe ise yokluk korkusudur.

Endüstriler ve şirketler yokluk korkumuza hitap ederler. Örneğin tatil öncesi indirimlerin “bitiş tarihi” vardır ve bu bizde indirimli ürünlerin kısıtlı olduğu izlenimini yaratır. İndirim genellikle “fırsat” olarak tanımlanır, fakat aslında altında yatan bir tehdit vardır. Şimdi almazsanız, yarın alamayacaksınız. Sizin yerinizi başkası alacak.

“Yolumuzu Bulmak” isimli bir podcastte konuşan Alexis Pauline Gumbs, kapitalist ideolojinin dayanaklarından birine dikkat çekiyor. “Kapitalizm. Çünkü hayat yokluk doludur.” Kapitalizm bunu öğretir. Kaynaklar tükenmektedir. Zaman tükenmektedir. Fırsatlar tükenmektedir. İndirimli ürünler tükenmektedir.

KAYNAKLAR YETERLİ

Hâlbuki bereket kavramını hayatımıza sokmanın bir yolu da, ihtiyaç duyduğumuz birçok şeye hâlihazırda sahip olduğumuzu tanımaktır. Çevremizde gördüğümüz tüm kaynaklar, tarih boyunca bizim için ağırlıklı olarak yeterli oldular. Fakat problem şu ki, güç sahipleri bu kaynakları özelleştirdiler, doğal kaynakları kirlettiler ve kaynakların dağıtımını adaletsizleştirdiler. Bu durum yokluk ve yoksulluk korkumuzu derinleştirdi. Bu açıdan ele alındığında, yapay yokluk yaratarak korkularımıza yön veren olgular hiper-endüstrileşme, militerleşme ve küresel kapitalizm olarak öne çıkıyor. Daha fazla tüketmek istiyoruz ve tüketemediğimizde korkuyor, kaygı doluyoruz.

İçinde yaşadığımız sistem, ekolojiyle olan ilişkimiz ile çelişiyor. Bu yüzden bereket kavramına doğru soruyu sormalıyız: Bereketli bir ekosistemin tüketicisi olmaktansa, üreticisi nasıl olabiliriz?

Bereket kavramının dayanaklarından biri de “mütekabiliyet” yani “karşılıklılık”tır. Hayatta kalmamızı sağlayan diğer canlıların hayatta kalmasına ve büyümesine nasıl katkıda bulunabileceğimizi unuttuk ve artık bunu kendimize öğretmiyoruz. En klasik örnek, oksijen üreten bitkiler ve onlara besin sağlayan karbondioksiti üreten bizlerdir. Sadece nefes alarak bizi hayatta tutan sayısız bitkinin yaşamına destek oluyoruz.

Robin Wall Kimmerer, yazdığı kitapta mütekabiliyet kavramını ele alıyor ve bu kavramın “sürdürülebilirlik” kavramının ötesine geçtiğinin altını çiziyor. “İnsan türünün hayatta kalmasını sağlayan kaynakların korunmasıdan öte, dünyanın hayatta kalmasını sağlayan kaynakların devamlılığını sağlayacak yetiye ve araçlara sahibiz” diyor.

Bu yaklaşım bizi ister istemez klasikleşmiş “insan doğaya karşı” düşüncesiyle karşı karşıya bırakıyor. İklim gazetecisi Kendra Pierre-Louis, “Baskın düşünce, insanın doğayı mütemadiyen yok ettiği olmuştur” diyor ve ana akım medyanın insanın doğayı yok etme eğilimini, insan doğasının “içsel” bir parçasıymış gibi tasvir ettiğinden söz ediyor. Aslında mütekabiliyet becerisine sahipsek ve hatta bu beceri insan doğasının bir parçasıysa, fakat kapitalizmin körüklediği (ve silahlaştırdığı) “yokluk korkusu” yüzünden bunu göz ardı ediyorsak, bu bize ne anlatabilir?

SUÇ ORTAKLIĞI

Aşırı tüketime yöneldiğimiz tatil dönemlerinde mütekabiliyet kavramını hatırlamak, bize yöneltilen tüketme baskısını kontrol altında tutmaya araç olabilir. Bu sayede kapitalist sisteme ne derecede “suç ortaklığı” ettiğimizin ayırdına varabilir, mütekabiliyet ve dolayısıyla bereket kavramlarından uzaklaşmamıza sahip olan dinamikleri kavrayabiliriz. Hangi ürünleri satın alıyoruz? Bunları hangi şirketler üretiyor? Hissedarları kimler? Hangi politikaları destekliyor ve fonluyorlar?

Mevcut düzende yaşadığımız sürece, kapitalizmden kaçmamız imkânsız. Bireysel ölçekte kapitalizmi bir şekilde besliyoruz ve nasıl beslediğimiz sorusunu sormalıyız. Bunu kabullenmek, daima suç ortağı olduğumuz ve olacağımız anlamına gelmiyor. Varacağımız sonuç, içinde yaşadığımız ekosisteme ne vereceğimiz ve bu ekosistem için nelerden vazgeçebileceğimiz üzerine kurulu olmalı. Kimmerer’ın söylediği gibi, içinde yaşadığımız gezegenin devamlılığını sağlayacak kapasiteye sahibiz.

Vazgeçme ve fedakârlık yapma kavramlarına karşı derinden korku besleyen toplumlarda yaşadığımız için, bu düşünceler radikal duyuluyor ve stres kaynağı oluyor. Bu tercihleri yapmanın “maliyeti” daima fahiş olacakmış gibi geliyor. Bu gibi anlarda, insanlığın bu noktaya gelmesi için gezegenin ve üzerindeki canlıların ödediği “maliyeti” düşünmenin yardımı olabilir. Bereket kavramının gerçek anlamı, yeryüzünün bize sağladığı kaynaklara ve emniyete karşılık vermemize dayanıyor.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Yes! Magazine