Michael Moore, filmleriyle Amerikan toplumunu eleştirmeye devam ediyor. Öncekileri hatırlatayım: Kapanan fabrikalarıyla birlikte

Michael Moore, filmleriyle Amerikan toplumunu eleştirmeye devam ediyor. Öncekileri hatırlatayım: Kapanan fabrikalarıyla birlikte işlevsiz kalan geleneksel işçi sınıfının kaderi, Amerikalıların silah tutkusu, 11 Eylül’den Irak saldırısına uzanan dönemde Bush yönetiminin marifetlerinin teşhiri, Amerikan sağlık sisteminin insafsız eleştirisi… Şimdi de 2007-2009 krizini vesile ederek doğrudan doğruya Amerikan kapitalizmini hedef alıyor: Bu hafta Türkiye’de de gösterime giren Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi…
Michael Moore’un, son yıllarda Amerika’dan çıkan en etkili muhalif olduğunu düşünüyorum. Kendisine bir Oscar, bir de Altın Palmiye ödülleri getiren belgesel sinemayı çarpıcı bir biçimde kullanıyor. Konusunu doğrudan doğruya insan hikâyelerine taşıyarak işliyor. Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi de böyle bir film. Kriz ortamındaki Amerikan kapitalizmini de tek tek insanlar üzerinde odaklanarak eleştiriyor.
• • •
Emekçi katmanlardan filme taşınan insan manzaralarından örnekler vereyim:
İpotek borçları nedeniyle konutlarından polis zoruyla tahliye edilen insanları görüyoruz… Bu insanların önemli bir bölümü, uzun yıllardan beri oturdukları evlerden çıkartılıyor; zira, komisyoncuların, bankaların iğvasına kanarak konutlarını ipotekleyerek ilaveten borçlanmışlar ve tökezleyince evleri satılmış. Yirmi yıldır oturdukları konuttan polis zoruyla çıkarılan aileye emlâk komisyoncusu soruyor: “Evin son temizliği için dışarıdan insan tutacağız; isterseniz siz temizleyip bin dolar kazanın…” Kabul ediyorlar. 81.000 dolarlık borç nedeniyle tahliye ettikleri kendi evlerini temizleyip yeni sahipleri için hazır hale getirdikten sonra bin doları alıyor; kamyonetlerine binip kayboluyorlar.
Havayollarının bunalıma girmesi bahanesiyle maaşları düşürülen ve “yoksul Amerikalılar sınıfına” katılan pilotlar… Bazıları, yoksullara dağıtılan yiyecek karnelerine muhtaç kalmış; birisi mesai saatleri dışında köpek gezdirerek; bir başkası kanını satarak ek gelir kazanıyor.
Dev perakende zinciri Wal Mart’ta çalışırken kansere yakalanıp ölen adamın hikâyesini karısından izliyoruz. Hastanelere 100.000 dolar borçlanmışlar. Cenaze kalktıktan sonra öğreniyor ki Wal Mart kocası için bir hayat sigortası yapmış; ne var ki, sadece şirketin yararlanabileceği türden bir sigorta… İşçinin ölümü, aileyi iflasa sürüklerken, Wal Mart için kazanç kaynağı olmuş. Bir hayli yaygın olan bu tür sigortalara, finans çevrelerinde “köylü sigortası” dendiğini öğrenen dul kadın, “bu köylü lâfı çok ağırıma gitti” diyor.
Özel şirketler tarafından “işletilen” çocuk hapishanelerinden manzaralar izliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, hapis süresi uzadıkça işletmenin kârlılığı artmaktadır. Basit kabahatler nedeniyle bir-iki ay hapis cezası alan yoksul çocukların hapis süreleri çeşitli bahanelerle birkaç kat uzatılmaktadır.
• • •
İşçi sınıfı kökenli solcular diyalektik düşünmeye kendiliğinden yatkın olurlar. Moore da böyle olduğu içim emekçilerden başlattığı hikâyesini karşıtlarıyla bağlantılandırıyor; sürdürüyor. Böylece Amerikan kapitalizminin egemen, yönetici sınıflarından, onların sözcülerinden de “manzaralara” ulaşıyoruz.
Amerikan ekonomisini yöneten kişilerin büyük şirketlerle göbek bağlarını Moore tek tek ortaya koyuyor. Ve gösteriyor ki, bunlar, dev bankalara hizmet ederken kazandıkları milyonlarca doların “karşılığını” hükümete geçtikten sonra eski şirketlerini doğrudan veya dolaylı yöntemlerle ödüllendirerek fazlasıyla ödemişlerdir.
Ünlü banker Warren Buffett’in “finansal sistemin kitle imha silahları” olarak adlandırdığı ve krize yol açtığı söylenen “finansal araçlar”dan bazıları, örneğin türevler, batık kredi takasları ne anlama gelmektedir? Wall Street’teki ofislerinden çıkan bankerlere, uzmanlara mikrofon uzatıyor; yanıt alamıyor. Harvard’lı ünlü profesör (ve IMF’nin eski baş ekonomisti) Kenneth Rogoff’a ulaşıyor; profesör açıklamaya çalışıyor; tökezliyor, beceremiyor. Bankalara 700 milyon dolar aktaran kurtarma operasyonunun izlerini sürmeye çalışıyor. Kongre’de bu süreci denetlemeyi üstlenen kişiye soruyor: “Bu para şimdi nerede?” Cevap, “bilmiyorum”. Moore’u, bundan sonra elinde bir torba; “vatandaş olarak paramı geri almaya geldim” diyerek tek tek dev bankaların kapılarında görüyoruz.
• • •
Michael Moore’un filmi, “krizden tablolar” olarak başlıyor; hızla kapitalizmin eleştirisine dönüşüyor. “Kapitalizm paranın egemenliğine dayandığı için özünde antidemokratiktir; acımasızdır; habistir; ortadan kaldırılmalıdır.” Bu mesaj, film boyunca Moore’un, din adamlarının, sıradan insanların ağzından sık sık tekrarlanıyor. Sistemin kötülükleri, Moore’a göre, o kadar açıktır ki, isyan haklıdır. Esasen, film boyunca sıradan insanların dayanışmayla, mücadeleyle, fabrika işgaliyle kazandıkları “küçük zaferler” de anlatılmaktadır.
Peki, alternatifi nedir? Moore Reagan-öncesi Amerikası’na, kapitalizmin refah toplumu düzenlemelerine özlemle bakmakta; Roosevelt’e büyük saygı duymaktadır. Finans kapital ve savaş lobisi tarafından kuşatıldığını kabul etmesine rağmen Obama’yı hâlâ desteklemekte; bu yüzden de Amerikan solcularının bir bölümüne ters düşmektedir.
Ya sosyalizm? Film boyunca Moore’un yüreğinde sosyalist bir damarın atmakta olduğunu gösteren belirtiler vardır. Bu bakımdan benim için hoş bir sürpriz, filmin bitiş müziği olarak enternasyonal’in (üstelik nefis bir Amerikan halk şarkısına dönüştürülmüş biçimiyle) kullanılması oldu.