Google Play Store
App Store

Türkiye’de kır kent ikilemi içinde gelişen süreçte kentleşme 50&#8

SALİM ÖZDERE Türkiye’de kır kent ikilemi içinde gelişen süreçte kentleşme 50’lerden beri tartışılan bir konudur. Genel seyir itibariyle kırdan kente doğru akarak şekillenen yapı, ülkenin izlediği gelişim seyrinin bir iz düşümü oldu.

 80’lere kadar sanayileşme sürecinin gelişimine ve izlenen ekonomi politikaların seyrine paralel olarak şekillenen ve özellikle sermaye açısından bedavaya mal olan, iş gücü barınma sorununun çözüm yolu, kentin ana belirleyicisi oldu. Fabrikalar kuruluyor, fabrikaların hemen çevresi fiili olarak yerleşime açılıyordu. Diğer gelişmiş ülkelerdeki yapılanmadan farklı olarak, devletin elindeki hazine arazilerinin muazzam çokluğu, bunu daha da kolaylaştıran bir faktör haline getirdi. İstanbul hiçbir ciddi altyapısı olmayan, kamusal hizmetten yoksun gecekondu kenti halini aldı.

 Kentleşme sürecinin seyrinde önemli bir dönemeç noktası, Türkiye tarihinin de önemli dönüm noktası olan 12 Eylül ve sonrasıdır. Gecekondu alanlarındaki hemşeri ilişkileri, cemaat ilişkileri gibi birincil ilişkilerin yerini, mafya ilişkileri, çıkar ilişkileri gibi hâkim anlayı şların almasıyla gecekondulaşmanın şeklide ciddi değişime uğradı.

 Yasalarla sürekli teşvik edilen spekülasyona dayalı imar rantının sonucu yeni emlak zenginleri ortaya çıktı. 12 Eylül sonrası sürecine yön veren temel özellik İMF paketleri doğrultusunda izlenen genel ekonomi politikanın liberalleşme ve sermayenin küresel sermayeye entegre olma çabasıdır. Bu adımların ilk ve en görünür biçimde ortaya çıktığı eşik Özal dönemidir. Bu süreç Doğu Bloğu’nun çözülmesiyle 90’larda alabildiğine hızlanmı ştır. Bu politikanın bir devamı olarak devletin sosyal yönlerinin bir bir budanarak bütün sosyal hizmetler ve kamusal yatırımlar kar mantığı çerçevesinde piyasalaştırılmaya başlanmıştır. Merkezi devlet planlamasının hâkim olduğu ulusal kalkınmacı dönemden küresel sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda serbest piyasanın hakim olduğu dönem kendi yapısına uygun kentleri üretti.

 Yeni dönemde kentlere biçilen misyon doğrultusunda, kimilerini küresel ölçekte bir yere oturturken, kimilerini bölgesel, kimilerini de ulusal sınırlar içinde bölgesel bir yere oturtuyordu. Bu bağlamda İstanbul’un misyonu elbette küresel bir kent olmaktı.

 KENTSEL DÖNÜŞÜM
 Bugünlerde ise yeni bir sorunla karşı karşıyayız. Adını kentsel dönüşüm olarak koydukları, yeni rant alanları yaratma ve kendi zihniyetlerine uygun bir kentsel yaşamı öngören bir kent tasarım. Aslında kentsel dönüşüm kavramının kendisi dahi problemli.

 Kent zaten yaşayan bir organizmadır, sürekli değişim içindedir. Burada yapılmak istenen, kelimelerin sihirli dünyasıyla oynayarak ve bir takım bilimsel gibi gösterilen yöntemler ve tartışmalarla yeni bir manüple etme çabası ndan başka bir şey değil.

 Var olan memnuniyetsizliğin kullanılmasından başka bir şey de olamaz. Elbette yaşadığımız İstanbul’un bu halini savunabilmek mümkün değil. Ancak yeni bir İstanbul’un nasıl olacağına da orada yaşayanlardan başkası karar veremez.

 Kentsel dönüşüm olarak adlandırılan projelerin, geçmiş dönemdeki değişimlerden göze çarpan farkı, uygulama sürecinde yerel yönetimlerin inisiyatifinin ciddi olarak artmasıdır. Bir diğeri ise bu dönüşümün boyutlarının ve ortaya çıkaracağı sonuçların ciddi oranda büyük olması. Bu projelerin gerçekleştirilmesi sürecinin önemli karakterlerinde biride ilk baştan bütün teferruatlarıyla projelendirilmemiş olması ancak bir mantık doğrultusunda gidiyor olmasıdır. Bu esnek özelliğinden kaynaklı olarak, bir çok yönü ciddi kafa karışıklığına yol açabilmekte. Bu açıdan bu kentsel dönüşümün altında yatan mantığın kavranması önem arz etmekte.

 İstanbul’daki kentsel rantın ciddi oranda azalması bir neden iken diğeri ise merkezi yönetimin yerel yönetimlere tanıdığı inisiyatifin genişlemiş olmasıdır. Bu rahatlık içinde belediyeler adeta bir şirket yönetimi gibi gelirlerini artırmak için dünya piyasalarına açılıp projeler oluşturmak, bu projeler için kaynaklar bulmak için ciddi çabalar sarf ediyorlar. Bu anlamda geçmişe oranla merkezden ciddi bir özerklik kazanmış durumda olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Hatta ellerindeki gücü merkezi iktidara karşı kimi zaman kullanabildikleri dahi görülüyor.

 Kent yönetimlerindeki merkezden kısmi özerkleşme, küresel ölçekteki yeni yönelimle birleştiği noktada, adeta birbirini tamamlayan unsurlar oldu.

 Küresel sermayenin ihtiyaç duyduğu kentsel yapılanmayı hayata geçirebilmek için yerel yönetimler kimi zaman merkezi iktidarla birlikte, kimi zamanda kendi başına küresel düzlemde bir yarış içine girebiliyor. İstanbul’u küresel bir kent haline getirme çabası devam ederken, bu durum taşra kentleri içinde bölge merkezi olma çabası haline bürünüyor. Küresel sermayeye entegrasyon sürecinde sermayenin yeni konumlanışına olanak verecek, bir ölçekte yabancı sermayeye de yatı rım alanı ve olanakları sunabilecek bir yönelim, bu yeni kentleşmenin temel unsurudur.

 Bu yönelim doğrultusunda kent merkezleri, bankalar, şirket merkezleri, yeni sanayilerin ihtiyaç duyduğu ulaşım ağları, oteller, limanlar, üst gelir grubuna hitap eden alışveriş merkezleri, eğlence merkezleri gibi yapılaşmaya doğru gidiyor. Uluslararası sermaye, kentlerin bu değişen konumlarıyla ilgilenmenin yanı sıra bu dönüşümde ortaya çıkan rant ve kâr süreçlerini de değerlendirmeyi ihmal etmiyor. Zeytinburnu’nda gerçekleştirilmeye çalışılan deprem mastır planının içine yerleştirilmeye çalışılan marina, alışveriş merkezi gibi şeyleri içeren bir proje, tarihi dokuyu tahrip edecek Haydarpaşa projesi bunun en tipik örneklerinde birkaçıdır.

 YAŞANABİLİR BİR İSTANBUL
 Unutmamamız gereken temel şey, yaşadığımız kentten memnuniyetsizliğimizin esas nedeninin, kentteki olanaklardan hepimizin eşit düzeyde yararlanamamasıdır. Soruna bu açıdan baktığımızda, ‘barınma hakkı temel yurttaşlık hakkıdır’ anlayışından yola çıkarak kentsel dönüşüm değil, yaşanılabilir bir kentin nimetlerini herkesin eşit bölüştüğü bir kent bizim hedefimizdir.

 Katılım yetmez, yaşadığımız yer hakkında söz, yetki, karar sahibi olacağız. Kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştirmeye çalıştıkları projelere meşruiyet alanı yaratmanın önemli bir silahı olarak katılımcılığı kullanıyorlar. Ancak katılımcılığın uygulanma sürecine bakıldığında ciddi sorunlar görülebiliyor. Bir anket düzenlemek, birkaç toplantı yapmak katılımcılık olarak ortaya konuyor. Bu açıdan bakıldığında projelerin finansmanı nı sağlayan kurumların belirlediği kriterlerden bile uzak olduklarını görüyoruz. Bizim açımızdan ise esas olan, yaşadığımız yer konusunda verilecek kararlara katılmak değil, demokratik yönetim ve karar sürecidir. Gerçekleşecek eylemde söz, yetki ve karar sahibi olmaktır.

 Geliştirilecek hiçbir kentsel düzenleme yaşayanların yer değiştirmesini gerektirmemeli. Mülk sahiplerinin mülkünü satıp gitmesini, kiracı olarak yaşayanların semti terketmesini gerektirecek koşullar ortadan kaldırılmalı. Mülk sahiplerinin elindeki mülkü satıp gitmesi, yeni yapılacak yapıların gerek mülkiyet ederi, gereksede kiralarında artış gibi spekülasyona açık alanlar kent içinde alınacak ortak kararlarla düzenlenmeli. Aksi halde, semtin toplumsal dokusunun, sınıfsal yapısının, tarihsel belleğinin tahrip olması kaçınılmaz olacaktır. Yükselecek kiralar doğal olarak bu kiralara uygun bir profil ortaya çıkarır. Beraberinde mülklerin fiyatlarının artışıda buna benzer bir sonucu getirir.

 Sol açısından bu güne kadar ağırlıklı olarak, mülk sahipliği ve onun çıkarının korunması üzerinden inşa edilen bir yaklaşım sergilendi. Oysa bu bölgelerde ortalama nüfusun yüzde 50’si kiracı olarak yaşamakta.

 Soruna sadece mülkiyet açısından bakmak uygun fiyat verildiğinde terkederim anlamınada gelmekte.

 Unutulmamalıdırki hiçbir kentsel düzenleme yalnızca yapılaşmanın yenilenmesi ve düzenlenmesi anlamına gelmez.

 Bunu sağlayabilmenin yolu soruna, barınma hakkının temel bir insan hakkı olarak bakmaktan geçer. Bu da bizim için bir nirengi noktası olarak algılanmalıdır. Arsa ve konut stokununda bu anlayış doğrultusunda geliştirilmesi gerekir. Her kentin kendine özgün yapılanması vardır. Bu yapılanma toplumsal, tarihsel, kültürel, sosyal birçok şeyi içinde barındırır. Yapılacak her türlü yenilenme ve düzenleme tarihi, kültürel, sosyal birikimi koruyacak içeriğe sahip olmalı.

 Kentsel düzenleme sadece yapıların düzenli olması değildir. Kentsel düzenleme dendiğinde ilk akla gelen sadece binaların yeniden inşası ya da düzenlenmesi olarak anlaşı lıyor. Bu anlayış bina vs. düzenlemekten beklentileri olanların anlayışıdır. Yaşanılabilir kent sadece binadan ibaret değildir. İçme suyu havzalarının, ormanların kıyıların, tarihsel ve kültürel dokunun, yeşil alanların vs. birlikte düşünüleceği bir kent olmalıdır.

 Bunun yanı sıra kentte yaşayanların ihtiyaç duyduğu toplu ulaşım, alt yapı hizmetleri, ortak kullanım alanları, sağlık gibi kamusal hizmetlerin herkese eşit ve ihtiyaç duyduğu kadar sağlanmalıdır.

 Sözün kısası kentsel bir dönüşüm İstanbul'da yaşayanların katılımı ile yeniden ele alınmalı, rantiyenin değil halkın çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmalıdır.