Türkiye’nin de aralarında bulunduğu, küresel ekonominin yüzde 80’inden fazlasını oluşturan G20 ülkelerinin maliye bakanları ve merkez bankacıları geçen hafta sonu Çin’in Şangay kentinde bir araya geldiler. Dünya ekonomisinin 2016’ya kâbus gibi bir giriş yaptığı düşünülürse toplantıya karamsar bir ruh hali hâkimdi.

Şangay buluşması öncesi IMF ve OECD tartışmalara ışık tutmak amacıyla birer rapor hazırladılar. Özellikle Ortodoks bir “mali istikrar” savunucusu olan OECD’nin, artık para politikalarının tek başına sonuç vermediğini, maliye politikalarına ağırlık verilmesi gereğini vurgulaması dikkat çekiciydi. Paris merkezli zenginler kulübünün temsilcisi, 2016’nın son beş yılın en zayıf büyüme performansını sergileyen 2015’ten daha parlak olmayacağının altını çizdi.

Çünkü gelişmiş ülkelerde büyüme çok mütevazı bir ivme kazanırken, “emerging ekonomiler” diye tabir edilen gelişmekte olan ülkelerde hızlı bir tempo kaybı söz konusuydu. Dış ticaret ve yatırımlar zayıf bir seyir izliyor; yetersiz talep, düşük enflasyon, yerinde sayan ücretler ve yüksek işsizlik bir kısırdöngü yaratıyordu.

Bu ortam belirginleşince borsalar düştü, finansal piyasalar karıştı. Neoliberal politikaların gelir ve servet dağılımını iyice bozduğu 2007-2008 küresel kriz öncesi dönemde, özellikle krediler yoluyla emekçilerin satın alma gücü hormonlanmıştı. Kriz sonrası ise önce düşük faizler, sonra miktarsal genişleme (QE) denilen varlık alım politikalarıyla, yani para politikalarıyla kriz aşılmaya çalışıldı. Böylece borçlanma marifetiyle finansal piyasalar, özellikle borsalar şişti. “Refah etkisi” denen, finansal piyasalarda yükselmenin yarattığı zenginleşme duygusu sayesinde talep canlı tutuldu. Şimdi artık yolun sonuna gelinmiş görünüyor. Yeni yılla birlikte finansal piyasalardaki çakılmanın “refah etkisini” terse çevireceği, zaten zayıf seyreden talebi bıçak gibi keseceği endişesi kapitalist düşünce merkezlerine hâkim oldu.

Negatif faiz fantezisi

Kapitalist fantezilerin son meyvesi de negatif faiz oranları. Zamanla bu uygulamanın yerel paranın diğer ülke paraları karşısında göreceli değer kaybına yol açmak dışında bir faydası olmayacağı anlaşılmaya başlandı. Tek bir ülkenin bu yolu seçmesi, parasının değersizleşmesini, dolayısıyla dış ticarette rekabet gücünü artırarak biraz ferahlamasını getirebilir. Birçok ülkenin aynı silaha başvurması ise sadece kaosa yol açar. Şirketler ve bireylerin negatif faiz karşısında nakde dönmesi, bankacılık sistemini by-pass etmesi yeni bir krizi tetikleyebilir. Son dönemlerde banknotları yasaklayalım gibi uçuk önerilerin bile gündeme gelmesi aslında durumun vehametini gösteriyor.

İşte bu koşullarda OECD ve IMF alışılageldik reflekslerini terkedip, maliye politikaları uygulanmasını tavsiye ediyor. Aslında krizin başından beri Nobel ödüllü Keynesyen iktisatçılar Joseph Stiglitz ve Paul Krugman finans sisteminde regülasyonlar ve etkin talebi canlandırıcı politikaları savunuyorlardı. Sonradan bu koroya eski Maliye Bakanı, düzenin akil adamlarından Lawrence Summers da katıldı. Summers “sürekli durgunluk” teziyle, özel sektör yatırımlarının da düşüş gösterdiği bir konjonktürde, özellikle altyapıya yönelik kamu yatırımlarını çıkış yolu olarak öneriyor.

Kâğıt üzerinde oluşan uzlaşma ortamı, akla ister istemez, küresel krize karşı koordineli bir politika izlenmesi kararı alınan 2009 Londra G20 toplantısını getirdi. Ne var ki, bu kez iki önemli aktör ABD ve Almanya yan çizdiler. Anlaşılan ABD işsizlik oranının yüzde 5’in altına düşmesine, büyümenin ise yavaş ama istikrarlı seyretmesine güveniyor. Hep daha fazla kemer sıkma tavsiyeleriyle bilinen Alman Maliye Bakanı Wolfgang Schauble ise, “yeni bir canlandırma programı üzerinde konuşmak bizi gerçek görevlerimizden saptırır” diyerek OECD-IMF önerilerini elinin tersiyle itti. Halbuki IMF raporu bütçe koşullarının uygunluğu nedeniyle özellikle Almanya’yı altyapı yatırımlarına hız vererek büyümeyi desteklemeye davet ediyordu. Merkel hükümeti ise iç talebi canlandırmaya yönelik politikalardan kaçınıp, 2015’te GSMH’nin yüzde 8’i oranında rekor cari fazlayla krizi yurtdışına ihraç etmeye kararlı görünüyor.

‘Maliye’ de zorda

kapitalizm-zorda-117374-1.

Maliye politikalarının etkinlikle uygulanmasını zorlaştıran önemli bir faktör, krizden bu yana kamu borçlarının ciddi ölçüde tırmanmış olmasıdır. 20 Şubat tarihli The Economist dergisine göre, 2008’den bu yana ABD’de kamu borçları GSMH’nin %64’ünden, %104’üne; avro bölgesinde %66’sından %93’üne; Japonya’da ise %176’sından %237 sine yükselmiş. Bu artışların büyük ölçüde bankacılık ve finans sistemini kurtarma çabasından kaynaklandığını, sade yurttaşların yaşam standardını yükseltecek bir boyut taşımadığını, diğer bir ifadeyle sınıfsal bir içeriği bulunduğunu anımsatalım.

Gerek OECD gerekse IMF kamu harcamalarını artırmak ve/veya vergileri indirmek şeklindeki maliye politikalarını önerirken, yanına malum yapısal reformları eklemeyi de ihmal etmiyorlar. Yapısal reformların telaffuzunun bile, emekçiler aleyhine ne-oliberalizmin derinleştirecek karşı-reformlar anlamı taşıdığını artık öğrendik. Örneğin, aktif emek politikaları denince, işçilerin kolaylıkla işten çıkarılmasının önerildiğini anlayabiliyoruz. Veya işsizlik ödemesinin miktar ve süresinin kısılmasının emekçilere maliyeti üzerinde durmayıp, firmaların risk iştahını artıracağı çekinilmeden ifade edilebiliyor.

Yine IMF raporunda, Avrupa’ya mülteci akımının kısa vadede büyümeye mütevazı bir katkı sağlayacağı vurgulandıktan sonra, asgari ücret istisnası uygulanması isteniyor. Diğer bir ifadeyle mültecileri tamamen dışlayan-ötekileştiren milliyetçi tepkilerin karşısına onları ucuz ve güvencesiz bir emek girdisi olarak sunan neoliberal model konuyor. Tüm bunlar mültecilere eşit ve özgür yurttaşlar temelinde yaklaşan üçüncü bir anlayışın önemini ortaya çıkarıyor.

Sosyal politikalara evet, kapitalizme hayır

Tüm bu tartışmalar kapitalizmin çıkmazda olduğunu, para politikası ağırlıklı mevcut stratejinin sonuç vermediğini gösteriyor. Altyapıyı yenileyecek, sosyal programları geliştirecek, emekçilerin yaşam standartlarını yükseltecek kamu harcamaları hem emekçilerin lehinedir hem de çarpan etkisiyle refahı toplumun tüm kesimlerine yayar. Aynı şekilde, emekçi kesimlerin vergi yükünü azaltmak, reel geliri artırırken acilen harcamaya dönüşür. Ama talebi ateşleyecek en önemli etmen, ücretlerin artışıdır. Bu yönde sistem içi adımlar önerilmeli ve desteklenmelidir. Tabii krizlerin kaynağının kapitalizm olduğunu unutmadan, düzen değişikliğine yönelik mücadeleyi ıskalamadan…

•••

İçinden geçilen karanlık günlerde iki olay yüreğimize su serpti. Küçük bir kentin haklı ve kararlı direnişi hepimize koca bir umut oldu ; teşekkürler Artvinlilere.Can Dündar ve Erdem Gül de cesur ama bir o kadar sakin, vakur, güleryüzlü, mizah yüklü muzip bir duruşun zalimleri daha fazla çileden çıkaracağını kanıtladılar ; onlara da teşekkürler, geçmiş olsun.