Ahmet Tulgar arzuyu bir eksiklik olarak içselleştiren ve toplum tarafından kabul gören temsilleri üzerinden kısıtlayan anlayışın karşısına; arzunun üretkenliğini ve akışkanlığını vurgulayan bir anlatı evreni kuruyor.

Kapitalizmin arzu ile ilişkisi

BELMA FIRAT

Ahmet Tulgar’ın yeni öykü kitabının ismi Arzunun Serbest Dolaşımı. Serbest dolaşım ilk anda malların, sermayenin, paranın serbest dolaşımı gibi kapitalist ekonominin olmazsa olmaz kavramlarını aklımıza getiriyor. Tam da bu nedenle “serbest dolaşım”ın önüne “arzu” sözcüğü geldiğinde yadırgayıp duraklıyoruz. İçinde yaşadığımız toplum düzeninde arzu kendini serbestçe ifade edebiliyor mu? Mesela cinsellik rejiminin evlilik kurumuyla sıkı sıkıya bağlantılı olduğu bir toplum yapısında arzunun tatmini nikâh sonrasına erteleniyor, toplumun gayri meşru kabul ettiği arzu formları bastırılmaya zorlanıyor; arzu, meşru kanallara yönlendirilerek öğretilmiş şemalar, uygun görülen temsil biçimleriyle ikame ediliyor. Diğer bir deyişle bireylerin arzularını denetim altına almayı, ertelemeyi, bastırmayı ve ikame etmeyi öğrendikleri türden bir sistemde yaşıyoruz. Ahmet Tulgar’ın öykü evreni, serbest dolaşım bağlamında, kapitalizmin arzu ile ilişkisine odaklanıyor.

Kapitalist sistemde, sermayenin üretici güçlerden temellük ettiği artı-değer şirket ve bankaların işbirliğiyle yeni yatırım ve kredilere dönüştürülür. Bu döngünün ortaya çıkardığı sonsuz ve sürekli ötelenen bir borçlanma zinciridir. Bu sistemde işçiler kendi emeklerinin ürününü tüketemezler çünkü artı-değer şirketler tarafından temellük edilir ve bankacılık sisteminin başat rolüyle sermayenin hizmetine koşulur. İşçiler hayatta kalmak için patrona boyun eğerek maaş/emeklilik günlerini bekledikleri; ihtiyaçlarını giderecek nakit akışını sağlamak için çeşitli finansal araçlarla bankalara biteviye borçlandırıldıkları bir yaşama sürüklenirler. Bu yapı hiç de tesadüfi olamayacak bir biçimde çekirdek ailede yaşanan, çocuğun arzu nesnesi olan anneden koparılıp baba ile özdeşleşme sürecini temsil eden Oedipus karmaşasını andırmaktadır. Aile bir bakıma kapitalizmin temel ilişkilerini yeniden üreten bir mikrokozmos gibidir çünkü “sermayenin işçiyi yaşam araçlarından ayırıp, tatmini iş sonrasına, ödeme-gününden sonraya ve emeklilikten sonraya ertelemesi gibi, iğdiş eden baba da çocuğu, besleyen anneden ayırıp, tatmini olgunluğa ve yeni bir ailenin kuruluşuna kadar erteler.” Bu nedenle Deleuze ve Guattari, Anti-Oedipus, Kapitalizm ve Şizofreni adlı eserlerinde Oedipus karmaşasının tarihsel olduğunu iddia ederler. Kapitalizm bizzat işleyişinin başat unsuru haline gelen Odipalleşmiş özneleri üretir.

Ahmet Tulgar’ın Eğlence Kültürü isimli öyküsünün, tam da bu bağlam üzerine kurulduğunu görüyoruz. Öyküde kapitalist sistem ile çekirdek aile arasındaki sıkı bağ öyküde şu cümle ile dile getirilir: “Bankalar batarsa, çocuk da ölür” (s.137). Deleuze ve Guattari, sermayenin ekonomi politiği ile çekirdek ailenin libidinal ekonomisi arasındaki bu türdeşliğin toplumsal yapıda, parti örgütleri, spor takımları, ordu gibi çeşitli gruplar içerisinde tekrarlanan bir kalıp şeklinde ortaya çıktığını ifade ederler. Bu kalıbın yinelenen biçimi: Bay Sermaye, Bayan Yeryüzü ve çocukları İşçi’dir.

Çiğdem ve İşçi Sınıfı ile Tutarlı İfade bu türdeşliğin yinelenen kalıplarını ortaya koymaları bakımından dikkat çekiyor. Çiğdem (Bayan yeryüzü), Marksist devrimci örgütte tanışıp âşık olduğu, sonradan aile şirketinin başına geçip büyük patron (Bay Sermaye) olan kocasının iş bağlantıları kurmak için düzenlenen yemeklerde, toplantılarda ortaklarını etkilemek için cazibesinden yararlanmasına öfkelenerek; grev çadırlarında direnişe geçen işçilere seks hizmeti vermeye başlar. Denklem tersine dönmüş, çocuk İşçi patron Baba’ya nanik yapmıştır. Tutarlı İfade öyküsünde ise ana karakter “yeni rejim”de işsiz kalmıştır. Karısının, yüksek makam sahibi, silahlı ve güçlü bir adamla kendisini aldattığını bildiği halde bu duruma boyun eğer ve “bu yeni rejim” altında başka seçeneği olmadığı için; katıldıkları partide bahçede yan yana işeyerek, “tokalaşma” manasına gelecek şekilde “tenasül uzuvlarını sallayarak” uzlaşma, “karısının sevgilisiyle aynı cepheye yerleşme” yoluna gider.

Kapitalist sistemde arzuların sürekli ertelenip bastırılması, doğası gereği üretken olan arzunun bir eksiklik olarak algılanmasına neden olur. Pazar Ekonomisi, eşini ve çocuklarını yazlığa bırakıp çekirdek aile çemberinden yakayı kurtaran bir adamın, adeta bir eksiği giderme telaşıyla yapamadığı ne varsa peşinde koşup “vaktini ekonomik kullanarak” hepsini bir güne sığdırmaya çalışmasını konu alır. Yarım yamalak seviştiği öfkeli metresi ise kendini bir alışveriş merkezine atmış indirim reyonlarına dalmıştır.

Öyküler bir yandan da, heteroseksüel Odipal rejimin dayatmalarını ihlâl eden arzulama biçimlerini ön plana çıkarıyor. Kadını, mahalleliyi birbirine düşüren arzu nesnesi olarak tarif eden geleneksel anlatının karşısına; kadına boyun eğdiren erkek güzelliğini, kadınıyla erkeğiyle tüm bir mahallenin arzu nesnesi olarak betimlenen adamları koyuyor Ahmet Tulgar. Yer silen kadının kalça hareketlerinin yanına merdivenlere paspas yapan adamın kalçasını. Beraber “bir sınırı aşmak”, bir erkek ve bir kadının mevzusu olmaktan çıkıp bedenlerin mevzusu haline geliyor. Askısı düşmüş şeffaf gecelikleri içindeki ihtiyar kadınlar; onlara banyo yaptıran adamlara, ellerini tutan dolmuş şoförlerine yönelen arzuları ve erotizmleriyle yer alıyorlar öykülerde. Erkek ayakları en az ojeli kadın ayakları kadar erotik. Ayakların çıplaklığını vurgulayan, parmaklardan kurtulup duran flip floplar, mahcubiyetle çıkarılan çoraplar, çalışan erkek bedenleri, eşyaları taşırken çıkarılan, giyilen gömlekler, bedenin hatlarını ortaya çıkaran işçi tulumları, ellerin kavradığı golf sopaları ve paspaslar arzunun yoğunluğunu anlatıda belirgin kılan unsurlar olarak öne çıkıyor.

Ahmet Tulgar, arzuyu bir eksiklik olarak içselleştiren ve toplum tarafından kabul gören temsilleri üzerinden kısıtlayan anlayışın karşısına; arzunun üretkenliğini ve akışkanlığını vurgulayan bir anlatı evreni kuruyor. Ter, su, ıslaklık ve müzik akışkanlığı sembolize eden unsurlar olarak dikkat çekiyor. Bir ekskavatörün çalışması ile seksin mekanik, saplanan biteviye vuruşları arasındaki paralellik; müziğin dönüşlü hareketleri, uzaklaşmaları, yakınlaşmaları, damlayan ya da dokunan vuruşları ile kıyaslanıyor. Salgılanan terin; hastayken bedendeki kırıklığı sıvıya, hevesle çalışırken neşe damlacıklarına dönüştürmesi, bir uğraş esnasında, adeta kendisiyle sevişen bedenler, arzunun üretkenliğini simgeliyor. Kapitalizmin eksiklik üzerinden tanımlanan arzu rejiminden özgürleşmenin kaçış çizgilerini nerelerde aramamız gerektiğinin ipuçlarını veriyor.


Kaynaklar

W. Holland, Eugene, Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u: Şizoanalize Giriş, çev. Ali Utku, Mukadder Erkan, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2013.

Holland, Eugene, Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u: Şizoanalize Giriş, s.159

A.g.e., s.195.

A.g.e, s.195 W -201