Son on yılda yaşananlarla birlikte tarif edersek, bugünün Ortadoğu’su, ABD ve Batı’nın sömürgeci heveslerine kurban edilen, gericilik kıskacında soluk borusu tıkanan, günlük yaşamına bombaları, ölümü ve göçü ekleyen halkların coğrafyasıdır.

Kapitalizmin krizi ve Ortadoğu

Hamide Rencüzoğulları

Ortadoğu, dış müdahalelerin ve asimetrik savaşların bölgesi ve aynı zamanda gericiliğin besin kaynağıdır. Ortadoğu deyince akla gelen şablon tanımlama böyledir. Özellikle “Arap Baharı” kurgusuyla birlikte böyle bir tanımlama genel anlamda coğrafik bölgenin tamamı için uygun düşer. Ancak küresel çatışmaların ortasındaki bu Ortadoğu devletlerini/rejimlerini iki kategoride tanımlamak daha doğru olur. Birinci kategoride; başkalarının küresel kaygıları uğruna kendi bölgelerindeki çatışmalara gönüllü vekâlet eden ülkeler var, Suudi Arabistan, Katar, Körfez ülkeleri gibi… Bu rejimler, kendi ülkelerinde halkın en ufak bir hak talebini faşist yöntemlerle bastırırken, yani kendi bahçelerinde özgürlüğün bir tek kıvılcımına izin vermezlerken bölgedeki başka ülkelere cehennem ateşini taşımakta bir an bile tereddüt etmeyenlerdir.


İkinci kategoride ise kadim sömürgeci kültüre karşı dirençli ve bu yüzden cezalandırılan ülkeleri/halkları sıralayabiliriz. Mısır, Tunus, Filistin, Cezayir, Libya, Suriye gibi ülkeler ve halkları farklılık gösterseler de böyle bir kategoride değerlendirilebilirler.

Son on yılda yaşananlarla birlikte tarif edersek, bugünün Ortadoğu’su, ABD ve Batı’nın sömürgeci heveslerine kurban edilen, gericilik kıskacında soluk borusu tıkanan, günlük yaşamına bombaları, ölümü ve göçü ekleyen halkların coğrafyasıdır. Son on yıldır yaşanan bu felaketler, küresel projelerin ürünü, yani ABD-Batı’nın hegemonya rüyası ile bölgesel işbirlikçilerin fetihçi hayallerinin armağanıdır. O yüzden bugünün Ortadoğu’sunu anlamak için bu küresel projeleri ve Doğu’nun orta yerinde kümelenen hegemonya savaşlarını biraz deşmek gerekir.

Tarihsel deneyim bize açık bir biçimde gösterdi ki kapitalizmde büyük krizlerle baş etmenin yolu, askeri harcamaların artırılmasından geçer. Bu da daha çok savaşı gerektirir. Çünkü sosyal refah devleti teorisi uğruna bütün olanaklarını kullanan kapitalist sistem, derin krizlerden kurtulamadı ve neoliberal geçişe yöneldi ki, enflasyon artışları rekor kırmaya başladı… ABD’den dünyaya yayılan Wall Street protestosu ve ABD’de yönetimin sertleşen tavrı, G-20 Zirvesi’ni protesto eden kitlesel eylemler, Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ni sarsan ekonomik iflası ve halkın sokaklara dökülmesi vs… Aslında AB ekonomik bir birlik olarak bile parçalanmaya yüz tutmuştu. Bunlar, sosyal refah devleti anlayışından neoliberal politikalara geçişin sonuçlarıdır. Bu yüzden 2000’li yılların başından bu yana her on yılın ayrı bir savaş projesi devreye sokuldu. On yılda bir yenilenen ABD menşeli bu savaş konseptleri, önceleri fiili savaşa ilanı şeklinde yürütüldü, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi. Böylece Ortadoğu’yu talan etme adımları atılmış oldu. Fakat 2010’lu yılların savaşı farklıdır. Vekâlete dayalı asimetrik savaşlar kurgulanmıştı ki, bunun hareket ettirici gücü isyanlar ve iç savaş kışkırtıcılığıdır. Bunun için Ortadoğu toplumları her açıdan müsait hale gelmişti. Çünkü burada neoliberal ideolojinin zihinlerde ve sosyal dokuda yarattığı tahribat var. Bu tahribatlar içindeki en kritik olanı, bireylerde toplumsallıktan kaçışı ve örgütsüzlüğü getirdi. Sosyal dayanışma duygusunu köreltti, yerine sadaka kültürünü yerleştirdi. Örgütlü toplum bilincini felç etti, yerine bireycilik ve ideolojisizliği ikame etti. Cemiyet yaşamı yerine cemaat yaşamı revaçta oldu. Yoksulluk ve yoksunluk derinleştikçe, sadakalara şükreden biatçı birey tipolojisi gelişti. Kısacası siyasal İslam’ın kılıcı toplumlar üzerinde iyice keskinleştirildi ve daha çok etkinleştirildi. Radikal İslam, daha da radikalleşti ve daha çok güçlendi. İşte böyle bir Ortadoğu var edildi, arkasından müdahaleler hazırdı ki, Tunus ve Mısır’da patlak veren Arap İsyanları, Batı’nın savaş konseptini bozdu. Lakin bu isyanlardan esinlenilerek, “Arap Baharı” adı altında yeniden bu savaş paketi açıldı ve Libya’ya NATO müdahalesi oldu. Aslında terk edilen eski usul savaşa yeniden sarılan Batı, Suriye’de esas asimetrik savaş projesini devreye soktu. Çünkü artık selefi ideoloji yeniden palazlanmıştı. El Kaide, el Nusra, IŞİD, Boko Haram, Ensar-ül Şeria… gibi örgütler yoksulluğa, çaresizliğe ve özellikle “diktatörlere” karşı adeta birer kurtarıcı olarak sunulmaya hazır hale gelmişti. Nitekim bu örgütler ABD ve NATO’nun taşeronu olarak kanlı savaşlar zinciri başlattılar. Libya’da gökyüzü NATO uçaklarıyla, yeryüzü el Kaide kılıcıyla ülke kana bulandı, yerle bir edildi. Sonra el Kaideciler kılıcı Suriye’ye taşındı. Tunus ve Mısır’da halkların özgürlük taleplerine ve rejimleri yıkmanın eşiğine kadar gelen dirence tepeden müdahaleler yapıldı, Müslüman Kardeşler iktidara taşınarak selefi rejimler inşa edilmeye başlandı. Libya’da da bir ihvan iktidarına teslim edildi. Ve bu İhvancıların hepsi Batı’nın taşeronu ama maddi yükünü Suudi Arabistan, BAE, Katar gibi işbirlikçi Arap ülkeleri üstlendi. Sözüm ona diktatörlere karşı ‘demokrasi’ talebinin arkasında duruyorlardı. Ancak bu rejimler aynı zamanda kendi ülkelerindeki isyanları askeri güç kullanarak kanla bastıranlardı. Yemen isyanları görünmez kılındı, Suudiler Kutayf bölgesindeki isyanları iki defa askeri güç kullanarak bastırdı, Bahreyn isyanları yine Suud ordusunun kanlı müdahalesiyle bastırıldı ve dünya seyretti. Ve artık sırada Suriye İhvanı’nı iktidara taşımak kalmıştı. Lakin Suriye’de bütün projeleri çöp edecek bir direniş duvarıyla karşılanacağı hesap edilemedi. Dünyanın dört bir yanında Suriye’ye taşınan cihatçılara, halkı kutuplaştırma ve mezhep çatışmasını alevlendirme çabalarına rağmen Suriye yıkılmadı. Bunca kimyasal provokasyonlara rağmen Suriye savaşı, vekillerden asiller savaşına dönüştürülemedi, yani NATO müdahalesine olanak sağlanamadı. Savaş uzadıkça da Suriye karşıtlığı üzerinden toplaşan küresel ve bölgesel ittifak çözülmeye başladı, Suriye’yi yıkıp rejim değiştirme gibi “büyük” hedefler, giderek küçülmeye başladı. ABD’nin, IŞİD bahanesiyle fiili olarak sahaya indiğinde hâlâ hedefi rejim değiştirmekti, anacak Suriye sahasında başka bir küresel güçle, Rusya’yla karşı karşıya geldiğinde artık dünya’nın tek gücü olmadığını gördü. Fırat’ın doğusunda Kürt birliklerini yanında durma ve petrol çalma misyonuna geriledi. Bölgesel güçlerdeki çözülme ise daha derin. Çünkü öncelikle Mısır ve Tunus’ta dolar akıttıkları ihvan iktidarları, halkın direnci karşısında dayanmayıp yıkıldılar. Libya’da iktidarı paylaşamadıkları için çözüldüler. Suriye’de tamamen Türkiye’nin güdümüne girdiler. İşte o zaman Suud ve BAE gibi ülkeler ihvandan desteği çektiler. Hatta bununla yetinmeyip Müslüman Kardeşlere karşı aleni savaş açtılar. Ayrıca onları desteklemeye devam eden Katar ve Türkiye’ye bile düşman ilan ettiler. Bu “bile” vurgusu önemlidir, çünkü bunca cihatçı yığınak, bunca parasal ve lojistik destek, bir proje çerçevesinde Suriye’yi ortadan kaldırmak içindi. Her şey Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi içindi ve bu projenin iki ayağı Katar ve Türkiye’dir. Şunun için; BOP’un biri siyasi, biri ekonomik olmak üzere iki temel hedefi vardı. Siyasi ayağı, Filistin direnişine destek veren ülkelerin belini kırıp İsrail’in güvenliğini bölge rejimleri eliyle garanti altına almaktı. Trump, Yüzyılın Anlaşması ile bunu kısmen tamamladı, bölge ülkeleri İsrail’le normalleşme sırasına girdiler ama Suriye-İran-Lübnan Hizbullahı’ndan oluşan direniş ekseni, hâlâ onlar için “şer ekseni” olarak varlığını sürdürüyor. Bu bağlamda proje gereği İsrail’in kaygıları giderilemediğinden projenin bir ayağının iflas ettiğini söyleyebiliriz. İkinci ayağı ise Katar doğalgazını Avrupa’ya taşımak ve böylece Batı’nın gaz konusunda Rusya’ya bağımlılığını en aza indirmekti.

ABD’nin 20’li yıllar için yeni “10 yıllık savaş konsepti” başka bir coğrafyaya taşındı ve Ukrayna merkezli yeni bir küresel savaş tutuşturuldu. Suriye sahasında kaybedilen hegemonya savaşının Asya’ya taşınacağı yıllar öncesinden belliydi.ABD’nin 20’li yıllar için yeni “10 yıllık savaş konsepti” başka bir coğrafyaya taşındı ve Ukrayna merkezli yeni bir küresel savaş tutuşturuldu. Suriye sahasında kaybedilen hegemonya savaşının Asya’ya taşınacağı yıllar öncesinden belliydi.

Katar gazının boru hattı Suriye ve Türkiye’den geçecekti ama Suriye kabul etmedi. Çünkü Basra Körfezi’nde sadece Katar’ın değil, İran’ın da devasa bir doğalgaz rezervi var ve bu rezerv Avrupa’ya İran-Rusya-Suriye ortaklığıyla taşınacaktı. Her iki projede boru hattı ya Türkiye üzerinden ya da Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya gidecek. Dolayısıyla Türkiye’ye teklif getirilmeyebilirdi ama Katar Beyaz Saray’a Türkiye’nin içinde olduğu bir teklif sundu, Beyaz Saray da Türkiye’yi hemen görevlendirdi ve Erdoğan’ı BOP eş başkanı olarak tayin etti. Bu arada İran da Türkiye’ye aynı teklifi sundu, ama AKP Lideri, Beyaz Saray’ın atamasını fazla kıymetli bulduğu için reddetti, reddetmekle kalmayıp Suriye’ye taşınan bütün yıkıcılığın kolaylaştırıcısı ve yöneticisi oldu. Sınırlar sonuna kadar cihatçı akışına açıldı, Suriye ordusundan ayrıldığını ilan eden bir avuç general soluğu Türkiye’de aldı, kamplar kuruldu, eğit-donat projelerine ev sahipliği yapıldı, Suriye hükümetine alternatif bir “koalisyon hükümeti” Türkiye’de ilan edildi, alternatif bir Suriye bayrağı buradan tanıtıldı, mülteci sayısı üzerinden Suriye’ye müdahale bahisleri oynandı… Ve hepsi kaybedildi. Bölgede ihvan rejimlerini inşa etme sürecine “başkanlık” görevi verilen AKP Lideri, bölge hâkimiyeti ve yeni Osmanlıcılık hayalleriyle bu görevi süsledi. Ancak “Osmanlı sömürgesini sonlandıran Ortadoğu halklarının yeni bir Osmanlı sömürgeciliğine kucak açmasını bekleyen bir akıl mı var?” sorusu hiç sorulmadı. Çünkü halkların ne talep ettikleriyle ilgilenen projeler yok. Halka rağmen siyasal İslamcılık ve selefi ideolojinin ürünü olan IŞİD gibi kukla savaşçılar, her yolu açacaktı. Lakin Suriye direnişi bütün hesapları bozdu. Türkiye, Katar dışında bölgede hep düşman biriktirdi ve geriye Suriye bataklığı kaldı. Bu bataklıktan süzülen cihatçı artığı devasa bir yığınak Türkiye’nin başına kaldı. Son on yıllık Ortadoğu siyasetinin özeti bu.

ABD’nin 20’li yıllar için yeni “10 yıllık savaş konsepti” başka bir coğrafyaya taşındı ve Ukrayna merkezli yeni bir küresel savaş tutuşturuldu. Suriye sahasında kaybedilen hegemonya savaşının Asya’ya taşınacağı yıllar öncesinden belliydi. Doğu Akdeniz üzerindeki kavgaya paralel savaş dosyaları açıldı. Artık ABD’nin savaşları, yaptırım savaşına dönüşmüş durumda ve cephe savaşını da başka vekiller üzerinden yürütüyor. Türkiye ise Ortadoğu-Kuzey Afrika kıtasında istenmeyen bir ülke haline geldi, Suriye bataklığıyla da baş başa bırakıldı. Sonuç olarak yıkımın, ölümün, yoksulluğun ve gericiliğin pençesinde on yılını geçiren Ortadoğu halklarında nasıl bir değişim olduğuna bakacak olursak, öncelikle antiemperyalist sol cephenin, ABD’nin hegemonya savaşlarını meşrulaştırmak için yalancı tanıklık ederek sol söylemleri tüketen liberal sola öfkesi büyük. İkinci olarak, siyasal İslam’ın maskesi düşürüldü. Örneğin Mısır’da Müslüman Kardeşlerin rüyalarında bile göremeyecekleri bir iktidar bahşedildi ama halkın direniş duvarın çarptı ve siyasi yasak yığının altında kaldı. Tunus’ta İhvancı NAHDA hareketi halkın nefretini kazanarak ikinci seçimde iktidarını kaybetti. Lideri Gannuşi yolsuzluk soruşturmaları kıskacına girdi ve Tunus Anayasası, İslamcıların sonsuza dek önüne kesecek şekilde değiştirildi. Cezayir, Libya ve Suriye süreçlerine maruz bırakılmak istendi ama hükümet, dış destekli İhvancıların “isyan” girişimini bastırdı. Bu yüzden İhvan nefreti Cezayir’de de oldukça yüksek. Ve Bahreyn’den Cezayir’e Mısır ve Tunus’tan Suriye’ye kadar çok sayıda ülkenin, bütün sürgün İhvancılara ev sahipliği yaptığı için Türkiye’ye karşı öfke de büyük. Daha doğrusu, AKP’ye karşı bir öfke var. Ve Ortadoğu solu da liberallere karşı daha temkinli, antiemperyalist duruş daha güçlü…