Postmodern çağ bize yeni bir dil kazandırdı…

Postmodern çağ bize yeni bir dil kazandırdı…

Kuş dili…

Hükümetler, büyük şirketler, merkezî iletişim kanalları, liberal filozoflar ve adına kanaat önderleri denen bir kısım siyasi güç ve keramet sahipleri, uzunca bir süredir bu dili konuşuyorlar.

Bu, insanın nesneleşmesinin dili…

Kuş dili…

***

Kapitalizmin ilk iki yüzyılında, üstü ilerleme mitoslarıyla örtülen bu dil, şimdi pornografik bir açıklığa kavuşuyor…

Üst üste yığılmış çıplak cesetler, birbirini boğazlayanlar, kafa kesenler, açlıktan, susuzluktan ölen çocuklar…

Nesneleşiyoruz…

Nesneleştikçe cibilliyetsizleşiyoruz…

Nesneleşme karşısındaki kayıtsızlık her alanda, her toplumda bulaşıcı bir alışkanlığa dönüşüyor.

130 bin Kürt göçmen lâfının içinde herhangi bir aidiyet, herhangi bir yakınlık aramıyoruz, bulmuyoruz, hissetmiyoruz.

Daha da kötüsü o lâfla tanımlanan insanların ekmeğimize göz diktiklerini düşünüyoruz.

İtalya kıyılarına vuran ölü Afrikalılar, hafızamızda ancak bir rakamlar toplamı olarak yer buluyor.

Irkçılık giderek daha sık aralıklarla ve daha yaygın bir biçimde kendini gösteriyor.

Savaş hukuku geriliyor. İki büyük savaşın öğrettiklerini unutuyoruz. Cemiyet-i Akvam ve Birleşmiş Milletler’in hangi amaçla kurulmuş olduğunu artık bilmiyoruz. Merak da etmiyoruz.

Barbarlık yasallaşıyor…

Kapitalizm vahşileşiyor…

İnsan nesneleşiyor…

Kuş dili konuşuyor…

***

Üretim ve ilerleme mitosu insanı körleştiriyor…

Hükümetlerin ilerleme fikriyle neyi kastettiklerini göremiyoruz.

Üst üste yığılan modern çağlara ait bilgi ve daha da önemlisi praksis, bireyin kendi edimlerinden âşıkane bir haz almasını kışkırtmıyor. Politikalar yalnızca edimsiz bireyi olumluyor.

Bu yeni dili, herhangi bir ontolojik meselenin anlaşılmasına hizmet edecek bir başka dile çevirmek pek mümkün görünmüyor. Çünkü dilin kendisi, birey için, yalnızca yüklemi olan, öznesi olmayan bir yaşam biçimini öneriyor. Tüketen insanın özne-insan olduğuna dair bir yanılgıya kolayca düşebiliyoruz.

Bireyin kaderi, kapsamlı bir ideolojik bombardımanın altında, amaçsız insanın kaderine; üreten, ürettiğine tamamen yabancılaşan, ürettiğinden çok tüketen ve toplumsal-siyasal çevreyle ilişkisinde nesneleşen insanın kaderi haline geliyor.

Bu dilin yaygınlaştığı toplumsal çevre, bireyler arasındaki dayanışmayı zorunlu kılmıyor. Tam tersine engelliyor. Bu dil barış, esenlik, hoşgörü kavramlarının önüne, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu verimlilik ve belirsizlik kavramlarını koyuyor. Altın, petrol, silah ve para değerlerinin “çözdüğü” büyük birikim dünyasının sorunlarını, çalışan bireyin önüne kutsal bir kitap gibi koyuyor. Bu dil bölgesel savaşları, kargaşayı, güvencesizliği olumluyor ve bu dili konuşanlar kavramlarını dinselleştirerek kullanıyorlar.

Bu dil, bir projeksiyon aracıdır. “Tanrı iyidir,” önermesi, nasıl “artık kötü ve günahkâr olabilirim,” önermesini gizliyor ve gizlemek için kullanılıyorsa, “üretim iyidir,” önermesi de “tüketim iyidir,” önermesini gizliyor.

Bu dil, bireyin tanrısal iyiliğe, amaçlılığa duyduğu ilgiyi bitiriyor. Bireye ait iyi şeyler, toplumsallaşmış ve gerçek anlamını yitirmiş “iyi şeylere” dönüşüyor; sermayenin birikimine ve dolaşımına… Dönüşüm sonrasında, bireye ait ve birey için iyi olan o şeylerin vasıfları ve tanımları birey için de değişiyor. Üretmek ve daha çok da tüketmek, bireye emeğini yönlendirebileceği biricik alan, bir fetiş alanı olarak görünüyor.

***

Kapitalist sistem, bugüne kadar bireye, bir nesne olmanın, en iyi ihtimalle ekonomik hacmin birimi olmanın dışında bir şey sunmadı…

Çünkü kapitalist sistemde yığınlar bireylerden oluşmaz.

Tam tersine, bireyler yığınlaşır.

İtalya kıyılarına vururlar.

Urfa’ya, Antakya’ya sığınırlar.

Başka yığınlar da onları seyreder.

Hiçbir şey hissetmezler…