Sesini duyurmak insani bir haktır. Öte yandan da vazifedir. Sürekli bir sessizlik ve biat, zalimler doğurtur. Buna karşı durmak hepimizin boynunun borcudur

Kapıyı çarpıp çıkmadan önce

Ayşen Aksakal

Bir zamanlar gözlerimin önünde biten bir aşk vardı.

“İki kişi olduğumuzu hissetmek istiyorum” demişti taraflardan biri. “Sürekli onaylanmak kırbaçlıyor içimdeki öfkeyi. Her dediğim olduğunda, zorluyorum şartları, fazlasını istiyorum. Zalimleşiyorum. Yakıştıramıyorum kendime. Her insanın hayırı işitmeye hakkı var. İki kişi olmak istiyorum”

Diyalog iki kişilik bir iştir. Herkesin fikrini söylediği, ikna olma oranlarının yüzde elliye yakın olduğu ilişkiler sağlıklı ve uzun sürelidir.

Anlaşmazlıklar olur. Taraflardan biri bazen izanı kaybeder. Derdinizi sözle anlatamazsınız, mektup yazarsınız. Tepki olarak belki bir kaç günlük sessiz kalırsınız. Davranmamak da bir tepkidir. İyi ya da kötü, davranmayarak karşı tarafa tepki gösterirsiniz.

Gündemine girmez, dahil olmazsınız. Tartışma büyürse, objektifliğine güvendiğiniz mercilerden hakemlik talep edersiniz.

Bazen alttan almamak icap eder, ikinci bir kişi olduğunu belli etmek için sert çıkarsınız.

Yürümezse de kapıyı çarpar gidersiniz.

Aslında işte tüm bunlar, tam da memleket meseleleri gibi.

Öyle bir hale geldi ki; sesimiz hiçbir yere ulaşmıyor sanki. Mektup yazmak, imza toplamak, araya hakemler sokmak çoktan tükenen metodlar oldu. Deniyoruz. Herkeste var bir sesini duyurabilme isteği, bu ilişkide ben de varım diye haykırma çabası.
İsyanın en etkilisi, insanın bedenini ortaya koyduğu eylemlerdir. Bedenini açlığa yatırmak gibi, kendini bir kapıya zincirlemek gibi ve yüzlerce kilometre yolu yürümek gibi.

Bunlar, karşı tarafı omuzlarından tutup sarsmanın en insanca yoludur.

Her zaman büyük, kitlesel, organize olmasına gerek yoktur. Bazen yarattığınız bir kare, protestonun yeni adı olur.

Vietnam Savaşı’na karşı yapılan 1965 Nisan’ındaki Washington yürüyüşünde süngüye çiçek takan gencin siyah beyaz fotoğrafını nerede görseniz tanırsınız.

Kocaman bir barış çığlığı oldu. Namluya çiçek, bir figüre dönüştü. Ufacık ve bir saniyelik bir eylemdi.

Gandi’nin yürüyüşü ise tuz yüzündendi. Denizden tuz elde etme hakkı için denize yürüdü oysa açtığı bayrak sömürgeciliğeydi.

Kadınlar tüm dünyada seçme ve seçilme hakkını protestolar ile elde ettiler. Mesela tüm posta kutularındaki mektupları yaktılar.

İletişimin başka alternatifi yoktu. Sesimizi duymuyorsanız, kimse kimseden haberdar olmasın o zaman dediler.

Biz buradayız demek için pencerelerden sokağa sütyenlerini attılar.

İngiltere'de kadın mücadelesinde karşı tarafı pes ettiren ise yine bedenini ortaya koyan Emily Davison oldu. 1913’te kendini, Epsom yarışlarında kralın atının önüne atarak can verdi.

Yıllar sonra bu topraklarda, sesini duyurmak için Mazlum Doğan kendi bedenini ateşe attı.

Martin Luther King, bir isyanı “bir hayalim var” gibi barışçıl ve insanca bir cümle ile ateşledi.

Dünya 2000’lerde barışçıl direniş ile tanıştı. Emniyet güçleri dans eden kitleye nasıl ve neden saldıracağını çözemedi, yüzlerindeki gülümsemeyi silemedi.

Taleplerin haklılığı ve kitlenin eğlenceli yapısı ilgiyi, katılımı artırdı.

Wallstreet ile başlayan isyan tüm dünyaya sıçradı.

Bizim ülkemizde gülüp geçilen Femen, yıllardır en istikrarlı eylem gruplarından olmayı sürdürüyor.

Femen kadınları yıllardır dünyayı yönetenleri rahatsız edip, dikkatlerini çekebilmek için kendi bedenlerini kameraların önüne cesurca atıyor.

Sesi duyurma çabasının metodları, her bir insanın yaratıcılığı kadar sonsuz.

Biri bir duvara resim yapar, bir diğeri yüreğe dokunan bir satır yazar. Bir kaç kişi bir araya gelir, devletlerin çözemediği mülteci krizini, birbirine karışmış ipleri ayırır gibi, sabırla, yavaş yavaş, desteği büyüterek çözmeye çalışır. Devletlerin büyük ve uygulanması zaman isteyen planlarından çok daha hayat kurtarıcı olur.

Nüfusun yarısı, sadece bir gün, bir kuruş bile harcamasa, bir ülkenin tüm ekonomisini sarsar.

Sesini duyurmak insani bir haktır. Öte yandan da vazifedir. Sürekli bir sessizlik ve biat, zalimler doğurtur.

Buna karşı durmak hepimizin boynunun borcudur.

Kendi gündemine sahip çıkmak da güzel bir sestir. Diğer tarafın dayatmasını duymazdan gelmek ve davranmamak.

Enstrümanın susmaması, beklenen kitabın milyonlarca satması, tiyatro biletlerinin yok satması.

Sürekli en kötüyü hayal edersek, en kötünün sınırlarını kazara çizmiş oluyoruz kafamızda. Ve içinde hapis buluyoruz kendimizi.
Oysa henüz akıyor hayat.

Yaz arkadaşım aklındakini, herkesten önce sen kesme kendi cezanı. Yutma türkünü. Sesli söyle, ıslıkla çal.

Bakarsın biri daha katılır.

Git o tatile, göğsünü gere gere. Bu ülke senin. Tabii ki sokacaksın ayağını suya.

Bu senin biricik ömrün. Her günü yek. Ama kalacağın yere iyi bakacaksın. Bir meydanda karşı karşıya kaldığında kafanı kıracak bir adamın eline saymayacaksın otel parasını.

Mesela sürekli “Beyoğlu çok bozdu deyip” ayağını kesmeyeceksin. Sen yoksun diye nargileci doluyor her yer. O yüzden dili değişiyor tabelaların. İlk yenilgide pes edip kaçmayacaksın.

Oysa inadına jazz cd’si soracak, kitaplarını avm’lerden değil, buradaki dükkanlaran alacaksın. Kalabalık oturacağız mekanların masalarına. “Hele bir Müzeyyen Senar çal abi” diyeceğiz şefe. Dayatacağız bu hayatı o esnafa.

Sinirim bozulur deyip susmayacağız. Yılmadan, en sakin, insancıl cümlelerle, herkese anlatacağız demokrasinin değerini, laikliğin herkese gerektiğini, özgürlüklerin önemini, barışın kıymetini.

Geç değil hiçbir şey için. Pes etmek için de çok erken.

Elinizden ne geliyorsa, aklınıza ne gelirse, en barışçıl yolla, ha gayret biraz daha.

Çünkü ilişki biterse, kapıyı çekip çıkmak kalır geriye.

Onca çaba da işe yaramazsa, en azından, “bu ilişki yürüsün diye elimden geleni yaptım” demek de vicdani rahatlıktır.

Dilerim kapılar hiç çarpılmasın. Bir ayağımız hep bu toprakta kalsın.