Alaska’da ev inşa etmek için uğraşanlardan ağaç ev ustalarına, yıkılmakta olan evlerdeki yeniden kullanılabilecek malzemeleri çıkaranlardan ülke değiştirirken ev arayanlara, neredeyse tüm popüler belgesel kanallarında mutlaka bir ‘ev’ programı var. Bu programların epey yoğun bir izleyici kitlesi de var çünkü ev insan türü için hem kavramsal hem de olgusal düzeyde çok özel anlamlara sahip.

Ev, hem fiziksel özellikleri ve döşenme tarzıyla hem de içinde yaşayanların ilişki düzeniyle bazen bir karakterin iç dünyasını okur/izleyiciye açmak için, kimi zaman da toplumsal çözümlemeler için başta sinema ve edebiyat olmak üzere sanat dünyasında en çok kullanılan metaforlardan biri. Bu metafor kullanımında ‘hayaletli ev’ anlatılarının özel bir yeri var: Evlere dadanan hayaletlerin büyük çoğunluğu o evlerde haksızlığa uğramış, katledilmiş insanlara aittir. Yani bildiğiniz insanlık tarihi! Amerikan sineması ve korku edebiyatında sıkça işlenen ‘eski bir kızılderili mezarlığının üstüne yapıldığı için kötü ruhlar tarafından istila edilen evler’ teması bariz biçimde Avrupalı beyazların Amerika kıtasını ele geçirmek için kızılderili topluluklarını katletmesiyle ilgilidir. Böylece sinema salonu Hollywood kilisesinin günah çıkarma kabinine dönüştürülür, beyaz istilacılar gerekli ritüelleri yerine getirerek evin yeni sahibinin kimliğini bir kez daha vurgular.

Korku sinemasında ‘ev saldırıları’ (home intrusion) teması da aynı ideolojik temelde yükselir. Evde yaşayanların kim olduğu en az evin dış ve iç mimarisi kadar önemlidir; izleyicinin eve zorla girenlerle değil o evde yaşayanlarla özdeşleşmesi amaçlanır ama bu basitçe iyi-kötü ayrımı için değil, sağ-muhafazakar ideolojinin meşrulaştırılması için uygulanır.

Bu haftanın filmlerinden Sweet Home/Dehşet Evi de açık ve gizli tüm söylemleriyle tipik bir ‘ev saldırısı’ filmi. Ama bu filmi yapanların kafa karışıklığını gösteren bir senaryo kuruluşu da var: Barcelona’da eski bir apartman, bu apartmanda yaşayanları oradan ne pahasına olursa olsun çıkarmak isteyen kentsel dönüşüm mafyası, apartmanın son sakini olan bir ihtiyar adam, bu adamın evi boşaltmasına gerek olmadığına dair rapor hazırlayan denetleyici genç kadın, bu genç kadının boş dairelerden birinde doğum gününü kutlamak için buluştuğu sevgilisi üzerine kurulu hikaye aslında tam olarak nereye ilerlediğini bilmeyen bir yapıya sahip.

Öncelikle, genç kadının kararları pek sağlıklı değil; ‘bu binada oturulabilir’ raporu veriyor ama hem koca binada ihtiyar Ramon’dan başka kimse yaşamıyor hem de film binanın aslında epey yıpranmış olduğunu özellikle gösteriyor. İkinci olarak, genç kadın bir gece sevgilisinin doğum gününü kutlamak için binadaki dairelerden birini kimseden izin almadan kullanmaya karar veriyor. Yani, her ne kadar artık yaşam olmayan bir yere canlılık götürüyorsa da, genç kadın aslında bir ‘intruder’ oluyor. Sonra kadının mafyatik ‘intruder’larla mücadelesini izliyoruz.

Farklı bir ülkeden gelmiş ‘yabancı’ sevgilinin doğum gününü kutlamak için ev gibi çok tipik bir ana rahmi simgesi seçmenin, ama seçilen sembolik rahimde artık yaşam olmamasının işaret ettiği olguların İspanya’nın toplumsal durumu, Avrupa Birliği’nde yaşanan gelişmeler vb. unsurlarla ilişkisi incelenebilir elbette, ama bu yine de filmsel anlatının ideolojik yönlenişi konusunda çok açık bir bilgi sunmuyor. Yine de, Dehşet Evi kabaca şunu söylüyor: Bina yaşlı ve yorgun, sakinleri yaşlı ve yorgun; ama acaba binayı yıkmadan, sakinlerini yok etmeden yaşamayı sürdürmek mümkün olabilir mi?

AKP Türkiyesinin kentsel dönüşüm aldatmacasıyla başlayıp ülkesel dönüşüme evrilen acayip yıkım sürecini yaşayan bizler için de önemli bir soru bu; hiç de kurmaca olmayan bu koca ‘dehşet evi’nin durumu ne olacak? Bu hafta gösterime giren Reis filminde muhataplarıyla sürekli gölgelerde, karanlık ya da loş ortamlarda konuşan mafyatik karaktere bakılırsa durum kötü. Ama neyse ki biz ‘intruder’ da değiliz hayalet de; burası bizim evimiz... Ve ev hayatından dehşeti çıkarıp atma konusunda da yeterince kararlıyız.