Kaplanın Sırtında romanında II. Abdülhamit’in Selanik’teki sürgün yıllarını kaleme alan Zülfü Livaneli, “Osmanlı padişahlarının yaşam tarzı AKP iktidarıyla taban tabana zıt. Aile olarak hepsi Avrupalılaşmışlardı” diyor.

Kaplanın Sırtında sürgün yılları
Fotoğraf: Gürcan Öztürk

Sercan MERİÇ

Zülfü Livaneli, son kitabı Kaplanın Sırtında’da II. Abdülhamit’in Selanik’teki sürgün yıllarını kaleme aldı. İnkılap Yayınları tarafından yayımlanan kitapta, Abdülhamit ile İttihatçı Doktor Hüseyin Atıf Bey diyaloglarında, yıkılmaya yüz tutan imparatorluğun son dönemlerini okuyoruz. AKP iktidarının ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son 20 yıldır sahiplenerek sembolik iktidarını kurma çabasında önemli bir yere oturttuğu Abdülhamit’in batılı hayat tarzı da Livaneli’nin satırlarından yansıyor. Livaneli, Abdülhamit’in baskıyla, sansürle sosyal gelişimi engellediğini, baskılarıyla tarihe geçtiğini kaydederek, AKP ile farkını şöyle tarif ediyor: “Osmanlı padişahları Doğu’ya gitmeye çalışmıyordu. Tam tersine Türkiye’yi Batı istikametine sokmak için reformlar yapıyorlardı. Şu andaki hükümetse Doğu’ya götürmek istiyor. Esas olarak böyle bir fark var.”

II. Abdülhamit son 20 yılda çok tartışılan bir figür. Kaplanın Sırtında romanınızda Abdülhamit’in sürgün yıllarını anlatıyorsunuz. Abdülhamit’i yazmaya nasıl karar verdiniz?

33 yıllık iktidarı kaybetmek ve gidip bir köşkün içine hapsedilmek, o kaplanın sırtından düşme psikolojisi ve kendisinden nefret eden İttihatçı, ilerici bir subayla ilişki… Bu ikisinin ilişkisinin boyutunu kavramak için ben bu romanı yazdım. Ama maalesef konu Abdülhamit olunca iş hemen siyasi boyuta çekiliyor. Elbette ki o boyutu da var. Ondan da ben çekiniyor değilim ama öncelikle romanın incelikleri var. Çok emek verdiğim bir roman. Abdülhamit’in kişiliği üzerinden dönüyor tartışmalar, ki zamanında da çok tartışılan bir insan. Düştükten sonra da çok tartışılmış. Tarihi romanda tarihi gerçeklere aykırı davranamazsınız. Siz sahneler yaratırsınız. Ama olayı hissettirmek için yaratırsınız. Tarih kitabı olayları size sıralar ve öğretir. Tarihi roman ise hissettirir. O duyguyu geçirmek istedim insanlara.

KAPLANIN SIRTINDA, Ö. Zülfü LİVANELİ, İnkılap Yayınları, 2021KAPLANIN SIRTINDA, Ö. Zülfü LİVANELİ, İnkılap Yayınları, 2021

Bir açıklamanızda “Abdülhamit’le ve geçmişle olan tartışmanın bitmesine bir parça katkım olur diye bu kitabı yazdım” diyorsunuz. Bu tartışmanın bitmesine dair nasıl bir katkı sunmak istediniz?

Türkiye’de çok karmaşık kutuplaşma var. Tabii ki bir romanla olayları çözme iddiam yok. Ama bu romanın roman olmanın ötesinde şöyle bir faydası belki olabilir: Bir tez içeriyor. 20 yıllık iktidar diyor ki ‘Biz padişahlarımızın ve Abdülhamit’in devamıyız, sizse İttihatçılarsınız’. Ben de diyorum ki Osmanlı padişahları doğuya gitmeye çalışmıyordu. Aile olarak da hepsi Avrupalılaşmış. Piyano çalıyorlar. İçki içiyorlar. Paris’ten giyiniyorlar. Yani Türkiye’yle pek bir alakaları yok. Şu andaki AKP iktidarıyla onların yaşam tarzı birbirine taban tabana zıt. Daha da önemlisi amaç olarak ülkeyi batıya götürmek istiyorlar. Şu andaki hükümetse doğuya götürmek istiyor. Esas olarak böyle bir fark var. Böyle bir kozu ilericiler, laikler olarak niçin bunu onların ellerine veriyoruz? Bu ülkenin bir imparatorluk geçmişi var. Bunu bir yerde silip atamıyorsunuz. Mesela Ali Fethi Bey var, Fethi Okuyan, başbakanlık yapan, Atatürk’ün ondan daha yakını yok. Hem çocukluk arkadaşı, hem lise arkadaşı, sonra başbakanlık da yaptı. O Abdülhamit’in 113 gün muhafız komutanıydı Selanik’te. Onun kitabına bakın mesela. Abdülhamit’in savunulacak bir tarafı yok ama şuradan gidiyor tartışma: "Efendim hiç toprak kaybetmedi" diyorlar. Öbürü de "1,5 milyon kare toprak kaybetti" diyor. Esas zararı o değildi. Esas zararı sansürle, sürgünle, baskıyla, istibdatla, entelektüeller üzerindeki baskısıyla sosyal gelişimi engellemesidir. Bunların düşünülmesine vesile olsun istedim.

SOSYALİST ŞEHZADE

AKP’nin veyahut Erdoğan’ın sahiplendiği Abdülhamit’le, sizin anlattığınız Abdülhamit arasında başka ne gibi farklar var?

Babası Abdülmecit zaten Batılılaşmaya çalışan bir padişah. Ondan önce II. Mahmut da öyle. Büyük bedeller ödemiş ve halk ona ‘Gavur padişah’ adını takmış. Ulema diye bir takım var. Ertuğrul Osman Efendi vardı. İmparatorluk devam etseydi padişah olacak kişiydi. Onun bizzat bana söylediği şöyle bir şey var: Benim ailem en çok ulemadan çekti. Ulema dediğimiz bugün televizyonlara çıkıp ahkam kesen, "Şu doğrudur, bu caizdir, bu değildir, 6 yaşında kızla evlenilir, hamile kadınların sokakta gezmesi ayıptır" falan diyenler var. Ulema işte bu kafa. Ulema, Osmanlı’nın gelişmesini durduran bir numaralı unsur. Padişahlar da bunlara karşı çok fazla mücadele edemiyor. Şeyhülislamlar fetva yazıyor. Abdülhamit’i ‘İslam’a zarar veriyor, Kur’an’ı, din kitaplarını toplatıyor’ diye indirdiler. Bu aile Batılılaşmış... Ben burada bir de Abdülaziz’in seyahatini yazıyorum. Abdülhamit ve abisi Murat da eşlik ediyor. Fransa’ya, İngiltere’ye gidiyorlar. Zaten Murat çok iyi Fransızca konuşan, vals yapan, piyano çalan bir kişi. Ama içkiye çok düşkün. Abdülhamit de hatta “Onu Namık Kemal Bey alıştırdı içkiye” diyor. Böyle de ilişkileri var Namık Kemal gibi aydınlarla. Aslında padişahlık da aklında yok. Çünkü normalde sıra gelmezdi. Abisi Murat birdenbire aklını kaçırıp padişahtan indirilince kendisine sıra geliyor. Yoksa ticaret adamı. Flora Cordier’a aşık olmuş. Onunla evlenmiş ve Tarabya’da yaşıyor. Birdenbire Mithat Paşa gelip meclisi açması şartıyla imparatorluğu teklif edince tahta çıkıyor. Benim derdim Abdülhamit’i aklamak, suçlamak falan değil. Çok enteresan bir adam. Bir de tabii hastalığı var. Bu paranoya dediğimiz illetten mustarip. Vehm-i hümayun... Gölgelerden korkan birisi. Çok normal bir insan değil. Mesela bilinmeyen bir şey daha var. Abdülhamit’in bir oğlu (şehzade Abdülkadir) çok sıkı bir sosyalist. Marx, Lenin, Troçki’yi devamlı okuyor ve tam bir devrimci. Bir de keman çalıyor. Babası ona "bunları bırak, bunlar Rusların işi" diyor. Sonra Lenin ve Troçki, Abdülhamit’le ilgili “Bu II. Nikolay’dan daha akıllı adam” diye yazınca ortalık iyice karışıyor.

Meclis-i Mebusan’ı kapatması, basın ve matbuat üzerindeki baskısı, tek adam olarak hüküm sürmesi, aydınlara ve ilericilere yönelik baskı... Cumhurbaşkanı Erdoğan aslında bu mirası da sahipleniyor bir yandan değil mi?

Bunu yapan popüler otoriter liderler şu anda çok var. Bolsonaro, Putin, Orban gibi… Trump bile gitmek istemedi seçim sonucunda. Söyledikleriniz doğru ama onun adı zaten padişahlık. Halife aynı zamanda. Tek adam tabii. Monarşinin başındaki adam. Ama şimdi biz kendimize cumhuriyet ve demokrasi dediğimiz zaman oluyor mu bunlar? Marx der ya, “Olaylar iki kere tekrar eder birincide trajedi, ikincide fars” diye… Birincide Abdülhamit dönemi bir trajediydi. Çok acılar çekildi. İnsanlar nefret dolu şiirler yazdı. Mehmet Âkif gibi muhafazakarlar da “Ruh-u iblis” diyor. Yalnız Tevfik Fikret değil. Dolayısıyla biz İttihatçılarla Abdülhamit arasında bir seçim yapmak durumunda da değiliz. Elbette ki İttihatçılar da iyi şeyler olsun istedi. Fransa’yı gördüler, İngiltere’yi gördüler. Monarşi dedik ya… Meclis açılmıştı ama Abdülhamit kucağında 1878 Rus Harbi’ni buldu. O harpte Osmanlı zaten tükendi bitti. Dolayısıyla bu Meşrutiyet Devrimleri çok büyük sevinçle karşılandı ama sistemi çözemedi bunlar. Adamı aklamak mümkün değil. Çünkü tarihe sahiden bir müstebit olarak geçmiştir.

Zafer Köse’nin sizinle gerçekleştirdiği “Livaneli’nin Penceresinden” söyleşi kitabında da günümüz Osmanlıcılarının o dönemin ulemasıyla aynı anlayışta olduğunu söylüyorsunuz. Bir de Hikmet Kıvılcımlı’nın “İçinden çıktığımız, daha doğrusu bir türlü çıkamadığımız Osmanlı” sözüne atıf yapıyorsunuz. Bu kısır döngüden kurtulmanın yolu ne?

Hikmet Kıvılcımlı tabii çok değerli bir insan ve teorisyendi. Benim de tanıma şerefine erdiğim dostumdu. Sabahlara kadar konuşurduk. Çok güzel bir deyimdir onun söylediği... Bakın tekrar o tartışmalar geldi. Olayları tahlil edip, tartışıp doğru dürüst bir sonuca ulaşmadıktan sonra devam eder gider. Bir de semboller üzerinden gidiyor. TRT’de Abdülhamit gösteriliyor. Elçileri tokatlayan muzaffer, büyük birisi gibi. Öyle değil. Tam tersi. O dönemde elçilerin devlette çok etkisi var. Rus ordusu Yeşilköy’e geldiği zaman dönemin Rus komutanı padişaha gelmiyor, Beylerbeyi Sarayı’nda padişah ona gidiyor.

İŞİN TEMELİ SÖMÜRÜDE

“Umutsuz olanın atı koşmaz” diye bir sözünüz var. Türkiye de bir dönüşümün eşiğinde. Umutlu olmak için çok sebep var. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz güncel politik gelişmeleri?

Umutlu olmak lazım ama hayalcilik değil bu... Umutlu olmanın gereğini yerine getirmek lazım. Çalışmak, aydınlanmak, aydınlatmak, ilişki kurmak lazım. Türkiye’de yıllardan beri benim gördüğüm gündelik siyasi hesaplar yapılıyor. Uzun vadeli stratejik çözümlere hiç kimse yönelmiyor. Taktiklerle götürüyorlar. 1980’li yılların başında Türkiye’ye döndüğüm zaman partiler benimle görüşmek istedi. Ben de çok uzun vadeli şeyler söyledim. Dediler ki “Ya o değil mesele. Biz önümüzdeki seçimde oyumuzu nasıl artıracağız?” 40 yıl geçti aradan. Bir 40 yıl daha geçer. “İyi adam gelsin, kötü adam gitsin” şeklinde bakarsak Jön Türkler gibi bu olayı çözemeyiz. Çünkü sınıfsal bakmadan bir şey olmuyor. Biz ABD’nin nüfuz bölgesindeyiz. ABD, sınıf bilincinden korktuğu için sınıfın yerine kimlik siyasetini geçirdi. Kategorizasyon kimlikler üzerinden yapıldığı zaman sınıf meselesi ortadan kalkıyor. Şimdi bunun bilincinde olarak bu halka tekrar söylememiz lazım ki işin temeli sömürüde. Sınıf ve sömürü meselesini işleyip halka anlatmamız gerekiyor. 4,5 milyon insan sosyal yardımla ayakta duruyor. Devlet onlara yoksulluk yardımı veriyor. Yoksullaştırılmış halka sadaka vererek partisinin altında tutuyor. Bakın Putin rejimi var, İran var… Otoriter rejimler. Bizde de buna benzer bir rejim kurulmak istendi. Ama en önemli fark onların petrolü, doğal gazı, kaynakları var. Dolayısıyla paraları var. Bizim paramız yok. Para olmadan otokrat rejimi sürdüremezsin. Nitekim para bitti. Para bitince iktidar da biter. Kaplanın sırtından düşersin…