Acaba Kar ölürken en son ne düşünmüştü? Yaşamın ne demek olduğunu mu? Nihayet kafesinden kurtulduğunu mu? En son ne zaman uçtuğunu mu?

Kar’ın ölümü

YEŞİM COŞKUN

Kar ölmüş. Mutfağa kahve almak için girdim. Kafesinde yüzükoyun, hareketsiz yatıyordu. Belki uyuyordur, uyansın diye kafesini hafifçe salladım. Yok, kıpırdamadı. Biraz daha hızlı salladım. Kar hareketsiz yatmaya devam ediyor. Kafesi açtım, küçük beyaz kanatlarına dokundum, uçmuyor. Sinirlerim boşaldı. Ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra, bağıra bağıra. Hâlbuki onunla -bir gün öleceğini bildiğim için- duygusal bağ bile kurmamıştım. Bir kere bile uçurtmamıştım onu, yanından geçerken hiç “cici kuş” diye seslenmemiştim. Sevmemiştim. Eğer bana muhtaç bir canlı ile bağ kurarsam artık ondan sorumlu olduğumu hissederdim. Bu sorumluluğu istememiştim.

Babam alıp getirmişti bir yıl önce Kar’ı. Her akşam eve döndüğünde kafesin başına geçer, “Tatlı kızım, bebeğim,” diye severdi onu. Ama sadece o kadar. Kafesini temizlediğini hiç görmedim. Ona eliyle yem bile vermedi. Sadece canı, uçuşunu izlemek istediği zamanlarda kafesini açıp uçururdu Kar’ı. Kuşumuz babamın hobisiydi, evin dekoruydu bir çeşit. Babam, Kar’ı sevdiğini söyler ama onun ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdi. Sevginin bencil kısımlarını bilirdi yalnızca. Kar güzel öttüğü, edalı uçtuğu sürece onu gururlu bakışlarla izler, canı sıkıldığında ise yakalayıp kafesine geri koyardı. Ancak keyfi isterse uçururdu Kar’ı. Kar’ın özgürlüğü babamın eşref saatleri kadardı. Kimse Kar’a sormazdı, “Bugün uçmak istiyor musun?” diye. Herkes kendine şunu sorardı: Bugün Kar’ı uçurtmak istiyor muyum?

Babam her şeyde olduğu gibi kuşumuzun bakımında da işin eğlenceli kısmını kendine ayırıp zor kısmını anneme yıkmıştı. Kar’ın temizliğinden, yeminden, suyundan annem sorumluydu, Kar’ın kanatlarının rüzgârıysa babamı serinletiyordu. Annem zaman buldukça Kar’ın kafesini temizler, yemini değiştirirdi. Ama bunları hiçbir zaman sevgiyle yapmamıştı. Kar onun için babamın üzerine yıktığı bir sorumluluk dahaydı işte. Annem kuşumuzu görev bilmiş ve hemen her insan gibi ona görev kılınan şeyi sevememişti. Sevmek, emekten geçiyordu belki ama zorunlu kılınan bütün işler emeği üniformalı bir adama, “göreve” dönüştürüyordu. Hâlbuki sevmek görev değildi, mesai değildi, bir kuşun başına geçip ona tatlı sözler söylemek de değildi. Sevmek, yükünü sırtlanmaktı birinin, onun ihtiyaçlarını kendine elzem bilmekti, özgürlüğünü savunmaktı, mutluluğundan sorumlu olmaktı, onu yaşatmaktı. Şimdi burada, hiç yalan söylememiş, birini hiç terk etmemiş, kimsenin canını yakmamış, kimsenin malını çalmamış, kimseye bıçak çekmemiş ölü bir kuş olarak yatarken Kar, onu sevdiğimizi kim söyleyebilir?

Kafesinde kendini artık sonsuz bir uykuya teslim etmiş, sitemsiz yatan Kar’a bakıp tüm insanlığı tek tek suçladım. Yüzyıllardır bir türlü sevmeyi öğrenemeyen insanlığın öldürdüğü bir canlı daha olarak karşımda duruyordu işte. Kar’ın kuşcağız bedenini bıraktığı gazete kâğıdında “5. Koşu: 1300 metre”, “6. Koşu: 2100 metre”, “42.000 TL” yazıları okunuyordu bölük pörçük. Atlar, insanlar kazansın diye koşarken, kuşlar insanlar uçamıyor diye ölüyordu. İnsanlar, uçamayışlarındaki yarayı, kuşları hapsederek sarmaya çalışıyorlardı. Ama farkında değillerdi ki aslında başkalarının özgürlüklerini ellerinden alarak kendi tutsaklıklarını onaylıyorlardı. Dünya kocaman diye, “kafes değil” değildi; dünya, kocaman bir kafesti.

Acaba Kar ölürken en son ne düşünmüştü? Yaşamın ne demek olduğunu mu? Nihayet kafesinden kurtulduğunu mu? En son ne zaman uçtuğunu mu? Bu kafesin renklerini hiçbir zaman sevemediğini mi? Babamın altılıyı tutturup tutturamadığını mı? Onu kimsenin sevmediğini mi? “Sevgi”nin en hatalı kuş adı olduğunu mu? Evet, ben belki onu hiç sevmemiştim. Sevmenin sorumluluğundan. Korktuğumdan. Ama ben Kar’ı ilk gördüğümde sevgiyi düşünmüştüm.

Kuşumuz sevgisizlikten öldü.