Hayatı durduramadığında kar, babaları kahraman eyler, onlar yolları açar, buzları kırarlar. Anneleri çocuğa arkadaş eder, kardanadama son şeklini onlar verirler

Kar masalları

AYŞEN AKSAKAL

Bir zamanlar çocuktum.

Ege’de bir şehirde, yazlar sıcak ve kurak kışlar ılık ve yağışlı geçerken, talihsiz bir tayinle kendimizi İç Anadolu’da bir kara ikliminde bulmuştuk.

Okullar kapanınca taşınmıştık. Tek katlı evimizin dört yanı bahçeydi. Sürekli taşınan aileler, çocuklarına yeni şehri sevdirme uzmanı kesilirler. Babam çilek ekti bahçeye, hanımeli çiçeklerini çiğnememe izin verdiler. Bütün yaz bahçede geçti: “Zakkumu elleme o zehirli, zambağı koklayabilirsin o zararsız. Korukları yolma artık biraz da üzüm yiyelim. Lütfen eve bir daha solucan sokma. “

Sonra kış geldi. Ben öyle kar görmemiştim. İlk bir kaç gün çok zevkliydi. Özenle kardan adam yapmalar, burnuna havuç takmalar, boynuna atkı sarmalar.

Ama kara dayanıklı kıyafetler yoktu. Onları ancak Yeşilçam filmlerinde Gülşen Bubikoğlu, Müjde Ar giyebilirdi. Öyle lüks, öyle hayal, oteller, tüylü botlar, kürklü şapkalar vesaire. Benim üzerimde, dönemin yükselen trendi ev tipi tirikotaj makinası ile örülmüş yün pantolon, altı şişle elde örülmüş eldivenler, suyu anında çeken ortopedik botlar.

Kar macerasına bu can ancak yirmi dakika dayanabiliyordu. Sahip olduğumuz tek kaban da öyle hemen kurumuyordu.

Kar oranın gerçeğiydi, hayatı felç etmezdi, okul ve mesai devam ederdi. Üşümek, oyun oynarken suçtu, okula giderken değil.

Kar varsa daha erken çıkardık evden. Kapıdan çıkmadan önce buz sarkıtlarını kürekle kırıyordu babam, saçak altından yürümek yasaktı. Sonra kürekle yol açardı bahçede, ana caddeye çıkardık. Bütün aile el ele tutuşur, buzlanan yolda kaymadan yürümeye çalışırdık.

Ev sobalıydı. Kalorifer bize lojman çıkması kadar güzel bir hayaldi. Tek soba salonda yanardı, mutfakta yıkanan bulaşıklar buz tutardı. Sobanın üzerine tuğla koyardık, yatarken havluya sarıp yatağın içine saklar, ayaklarımızı dayardık. Uyku saatini soba belirlerdi. Yeni kömür atmanın riskli olacağı ama eskisinin de içinin geçmekte olduğu saatlerde yatağı ısıtıp içine girmek gerekirdi.

Kar, gecelerimizi uzatırdı.

Böyle gecelerde, anneannem bana masallar anlatırdı. Bıkmadan, ben uyuyana kadar anlatırdı. Bir masalını çok sevmiştim; onu kaçıran adama “ bekle üstümü değiştireyim “ diyordu genç kız. Üstündeki her kat kıyafeti ilmek ilmek sakince söküp, yeniden örüyordu. Bu da o kadar uzun sürüyordu ki, adam beklerken yaşlanıp vazgeçiyordu. Buna şahit olan yüce ağaç, tüm ömrünü kıza veriyordu, kız gencecik kalıyordu.

Elbiseleri öyle detaylı anlatmıştı ki, turkuvaz renkli, morlu, kırmızılı. Üç etekler, iç etekler, ucu dantelli astarlar. "Bunun kitabını alalım mı bana anneanne? Resimlerine bakmak istiyorum" demiştim. “Bunun kitabı yok, ben uydurdum” demişti.

Anneannelerin bu kadar iyi masal uydurabileceğine ihtimal vermemiştim.

Gençken uydurmuş. Yapabileceği başka hiçbir şey yokken.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Bulgaristan’a Alman askerleri girdiğinde, bir çiftlik evinde yaşarlarmış. At, inek, koyun, eşek ve tavukları varmış. Bir de buğday silosu. Öyle olunca da askerler çiftliğin dibine kurmuşlar karargahı. Anneannem ve kardeşi gencecik iki kız. Babaları, askerlere hiç görünmesinler istemiş. Başlarına gelebileceklerden korkmuş. Çatının dibine döşek atıp yatırmışlar ikisini, arada ekmek, haşlanmış yumurta veriyorlarmış. Gece geç saatlerde inip biraz ayaklarını açıp geri çıkıyorlarmış. Çatı o kadar darmış ki oturmak bile mümkün değilmiş. Orada sırt üstü yatıp, savaştan saklandıkları günler ve geceler boyunca, birbirlerine her şeyi anlatıp bitirince, masal uydurmaya başlamışlar.

Benim dinlediğim masallar onlarmış, tabii hatırlayabildiği kadarıyla. Unuttuğu yerleri yeniden uyduruyordu.

O gecemizi hiç unutmam, anneanneme savaşı soruyordum, ailesini, her şeyini. Çünkü onun da bir zamanlar genç bir kız olduğunu o gece fark etmiştim. Askerlerin formasını, eski silahların sesini, uçak geçip geçmediğini, tek gözlü katıra ne olduğunu soruyordum. Çatıda saman var mıydı, yer tahta mıydı, evde şömine yanar mıydı, koyunlarına isim koyar mıydı, soruyor da soruyordum.

Sonra sabah ezanı duyuldu. Gün ağarıyordu. Hayatımın ilk sabahlamasıydı. Ben mutluydum, anneannem şaşkın. O da geçen saatleri farketmemişti. Uyumadığımızı bizimkiler duysa, çok kızarlardı.

Sakladık.

Neticede biz ömürlük sırdaştık.

Yıllar sonra Kazım Öz’ün “Son Mevsim: Şavaklar” belgeselini izledim.

Yazları küçük baş hayvanlarıyla birlikte aylarca Çemişgezek ve Pertek’in dağlarında yaşayan, hayatları zorun bir tık ötesinde geçen, azınlıklar sayılırken sıranın kendilerine gelmesini çok uzun bekleyen göçebe Şavaklar.

Belgesel sonunda, yaz bitiyor, Şavaklar düzlüğe iniyor, kar kapılarını tamamen örtüyordu.

Ve anlatıcı soruyordu: Peki koca kışı nasıl geçirir Şavaklar?

İşte o an, karın dibine kadar yükseldiği pencerelerinde gaz lambalarına püf deniyor, evlerden Şikaki fısıltılar duyulmaya başlıyordu.

“Sonra da kurt demiş ki kuzuya.....”

“Dere de buna sinirlenmiş, akmayı kesivermiş o an...”

“Bir keçi çıkmış kayanın arkasından...”

Masal anlatıyordu Şavaklar, hep hayvanlarla ilgili, hep dağlarda geçen.

Hayatı durduramadığında kar, babaları kahraman eyler, onlar yolları açar, buzları kırarlar. Anneleri çocuğa arkadaş eder, kardanadama son şeklini onlar verirler. İki kara göz için, zeytini avucunda onlar saklar. Çocuklar yokuşlardan kayarken, cama çıkıp da kahkahalarına kızmayı herkes ayıp sayar. Çünkü karda herkes biraz çocukluk eder.

Kar hayatı durdurduğunda ise, evin huzuruna sığınır, masallar uydurup anlatırız.

Masallar yaşadıklarımızın aynası, söyleyemediklerimizin kılıfı, geceye saldığımız dilek fenerleri.

Kar yağdı, yollar kapandı.

Zor günlere ilaç oldu karın beyazlığı ve çağıl çağıl akan hayatı durdurması.

Masallar uydurdum çocuklarıma bu ara, sıkça. İnandım da gerçek olacaklarına.

Bir masalımın da adı “Hayır Sever Kar” olsun, dilden dile torunlarıma kalsın.

Bir savaştan masallar yaratan, çıplak elle kar toplayan anneannem anısına.