Ama edebiyatımızın belki de en değerli romancılarından Hasan Ali Toptaş, Gölgesizler adlı romanında bu soruyu soruyor ve sorduruyor bol bol. Cennet’in oğlu, kalan bütün nefeslerini bunu sormaya adamış; bulduğu her fırsatta “Kar, neden yağar kar!” diye haykırıyor…

“Kar, neden yağar kar?”

ALEV KARADUMAN / karadumanalev@gmail.com

Karla ilgili söylenceler yıllardır hep aynı… “Haftaya kar geliyormuş”, “Bu sene daha yağmadı”, “Bu kar tutar/tutmaz”, “Yarın da yağacak mıymış?”, “Ne, hafta sonu kar mı varmış?!”… Liste uzayıp gider ama listenin hiçbir yerinde “Kar, neden yağar kar?” cümlesine rastlamayız. Sorulmaz ya çünkü… Ama edebiyatımızın belki de en değerli romancılarından Hasan Ali Toptaş, Gölgesizler adlı romanında bu soruyu soruyor ve sorduruyor bol bol. Cennet’in oğlu, kalan bütün nefeslerini bunu sormaya adamış; bulduğu her fırsatta “Kar, neden yağar kar!” diye haykırıyor…

“Kış aylarında bulutlar düzeyindeki havanın oldukça soğuk ve bir o kadar da elverişsiz olması sonucunda, yeryüzünden buharlaşan hava yükselerek bulutlar düzeyine kadar çıkar. Bu soğuk hava, su buharının sıvı hale geçmeden katı haline direkt geçmesine neden olur. Ve oluşan 0.1 milimetrelik kristaller birleşerek kar tanelerini oluşturur.” diyor ilm-i fen bu konuda… Kendisinin cevaplarken en zayıf kaldığı soru bu sanırım. Ha bir de okyanus yüzeyindeki volkanların neden hep sönmüş olduğu sorusu var ama ona şimdi hiç girmeyelim… (Cehennemin ta kendisi olmaz mıydı okyanusun altında patlayan bir yanardağ?)Asıl sorumuza gelince, aslında bize sadece en kallavisinden bir soru verdiği için romanı okuyan onca insan bu soruya bu kadar bağlandı diyebiliriz belki de… Çünkü hepimiz biliyoruz ki, böyle sorular gerek bize… Soranı sorduktan sonra bir daha uyutmayacak, duyanın yakasını bir ömür boyu bırakmayacak… O gün bu gündür ne zaman kar yağsa… Kimileri gökyüzüne bakar ve düşünür. Düşünmesinin müsebbibi soruyu çoktan unutarak, hangi cevabı hangi soruya yakıştıracağını karıştırarak…

Nasıl ki şaire göre kahvaltının mutlulukla bir alakası vardıysa; karın da düşünmekle bir alakası olmalıydı belki de. Takdir edersiniz ki kar dışında hiçbir çatı kaplaması yoktur ki, şehre ya da bir sokağa tepeden baktığınızda, sizi yaptığınız en büyük hatadan öptüğünüz en sevgi dolu dudaklara götürmesin… Düşünmeye dair bir mola mahiyeti var sanki, karın ve karlı günlerin. Amerikan filmlerinin meşhur mahkeme sahnelerini bilirsiniz. O mahkeme sahnelerinde hakim ille de bir ara verir duruşmaya. O arada olur ne olursa; jüri kendi arasında, sanıklar ve avukatları kendi aralarında meselenin özüne ancak o zaman inebilirler. Hayati noktaları ancak o zaman eşeleyebilirler ve dava hep o araların meyvesinden peyda şekillenir sonuçlanır. “Mola” artık asıl ve aslolandır. Karın teşkil ettiği molada da böyle bir iddia var; hep düşünülemeyenler ve hissedilemeyenlerin bir araya gelip oluşturdukları coşkulu bir ara; sessiz, sakin, kendi halinde… Beyazlamamış tek şey kendimiz olduğumuzdan, kendimizi ayrıksı tutarak bir şeylere bakabileceğimiz nadir anlar. Düşünecek şeylerin hayli biriktiği günlerde, nefretim zulmün katliamın normalleştiği bugünlerde, kar belki de en temel soruyu sorduruyor. Neden yağdığını, bu her şeyin nedenini, nasıl olacağını nasıl yoluna koyacağımızı değil de neden yağdığını, yağmadığında neden olamadığını…

Düşünmenin yanında bir de umut denen mereti alıp koyuyor cebimize kar, Cennet’in oğlundaki görüntüsünün aksine… Tabii ki denilebilir kar umuttur, saflıktır, dinginliktir o yüzden içimiz dolar taşar umutla. Bunlar denir. Nedir, nedendir bilmiyorum ama umuda dair vaatleriyle ilgili anlatacağım bir şey var… Geçen sene İstanbul’un en karlı günlerinde bir hastane odasında refakatçiydim. Karın ilk yağmaya başlayıp da her yerin bembeyaz olduğu ana kadar büyük bir heyecan vardı katta. Refakatçiler bir odadan diğerine giriyor, aynı cümleleri birbirlerine dünyanın en güzel haberini verir gibi coşkuyla kuruyorlardı. Bir de çaresizce yaptıkları başka bir şey vardı. Karı refakat ettikleri hasta ve bitkin yakınlarına göstermek ve heyecanlanmalarını ummak... Hastalar başlarını tembelce pencereye doğru çeviriyor, birkaç saniye sessizce bakıyor, sonrasında da bir şey demeden bir önceki odaklarına geri dönüyorlardı. Umutlarını kaybettikleri için miydi artık yağan karı önemsememeleri? Kar yaşayan ve değişebilen şeyin tohumu muydu, ya da sadece yaşama ve dönüşüme hala inananlar mı karın hipnotik romantizmine kendilerini kaptırabiliyordu? Neyse neydi ama karın umutla bir alakası vardı. O hastalardan bazıları bir daha kar da beyaz da göremediler. Umut; hiç edemediler…

Cennet’in oğlu bir deli oğlandı. Köyün daracık sokaklarında üstü başı kir içinde şiirler yazıp gökyüzüne haykırırdı. En çok da hiç görmediği karla ilgili… Şairliği deliliğinin gölgesinde kalmıştı ki, kimse doğru düzgün dinlemedi, kulak vermedi. Ama cennetin deli oğlu, düşünecek bu kadar nefretin zulmün katliamın olduğu günlerde bize bir soru verdi. Kimse dinlemese de…

Tarkovski’nin Nostalji adlı filminin sonunda, yine bir deli olan Domenico’nun meşhur isyanı vardır. Domenico İtalya’nın en meşhur meydanlarından birinde bağırarak, yırtınarak anlatır. Koskoca meydanda bir tek köpek havlaması duyulur. Onu dinleyen tek bir insan evladı yoktur çünkü. Domenico der ki "Siz sağlıklı olanlar!/ Sağlığınız ne anlama gelir?/ İnsanoğlunun bütün gözleri, içine daldığımız çukura bakıyor./ Özgürlük faydasızdır/ Eğer gözlerimizin içine bakmaya, yemeye, içmeye ve bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa!/ Dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler/ Sözüm ona sağlıklı olanlardır/ Deli bir adam size/ Kendinizden utanmanızı söylüyorsa…/ Ne biçim bir dünyadır burası?

Aynı Cennet’in oğlu gibi bağırır. Hiç unutulmayacak sorular bahşetmek için…