Çok bunalmışız, öyle böyle değil. Bir yandan, sahilde Foucault, Debord, Agamben okurken başıma güneş geçmiş. Hepsinin öngörüsü, böyle giderse, modern demokrasinin kendi çelişkilerinin kurbanı olacağı, faşizmin hayatımızdan çıkmayacağı yönünde. Agamben, “Kutsal İnsan”da, demokrasi ile totalitarizmin arasında içkin bir bağ olduğundan bahsediyor. Sınırlarını devletin belirlediği bir demokrasiden medet umulamayacağını… Önümde açık duran gazeteler de bu öngörülerin ispatı. Gezi’nin yıldönümü üstelik, üç yıl geçmiş… Üç koskoca ve kısacık yıl…
Kungfu’ya, geçenlerde izlediğim bir Norveç TV dizisinden, “Okkupert”ten bahsediyorum. Yeşiller Partisi güya Norveç’te iktidara gelmiş, toryum santrali açıp ülkeyi petrole ve doğalgaza bağımlı olmaktan kurtarıyor, hatta isteyen ülkeye sahip oldukları teknolojiyi verip, dünyayı da kurtarmak istiyorlar. Başbakan olan Yeşiller Partisi Genel Başkanı bunu açıklar açıklamaz Rus özel kuvvetleri tarafından kaçırılıp tehdit ediliyor, ardından da tuhaf bir işgal süreci başlıyor. Yani iktidar, ordu, her şey yerli yerinde, ama kritik yerler Rusya’nın kontrolünde. Halk bu işgalden rahatsız olsa da, hatta küçük direniş grupları ortaya çıksa da, bu yeni duruma ülkeyi yönetenler kolayca alışıyor ve medya aracılığıyla halkı ikna etmeye, savaşmadan çözüm bulunmasını bir başarı olarak göstermeye çabalıyorlar. Kungfu, kahkahayı patlatıyor, “Bizdeki politikacı ve gazetecileri gönderirdik onlara, en afilisinden bir Kabataş yalanıyla gündemi günlerce meşgul ederlerdi. Chomsky ile de bir ‘milk port’ röportajı yaptılar mı, tamamdır.” Ağaçla yapılan röportajdan camide bira içildi kışkırtmasına kadar bir yığın saçmalık… Geldiğimiz nokta da burası… İşlevini yitirmiş bir parlamento, yüzlerce kişiyi öldüren intihar bombacıları, süren bir savaş ve saçmalıklarla doldurulan gündem.
Başıma güneş geçtiğinden mi, okuduğum kitapların ağırlığından mı nedir, Boğaz’dan geçen vapura takılıyor aklım. Kungfu’ya “Vapurla okyanusa kadar gidebilir miyiz?” diye soruyorum. Soruyu ciddiye alıp bir süre denize bakarak düşünüyor Kungfu. “Sanmıyorum” diyor sonra, bir uzman edasıyla, “Yakıt bitmeden ya da dalgalar bizi alabora etmeden evvel sahil güvenlik durdurur, durduramazsa zaten batırır...” “Bir sürü can yeleği var koltukların altında, yüzerek başka bir vapuru yakalarız” diyorum şakasına. Bu defa azarlayan bir ses tonuyla, “Bu ülkede üretilmiş can yeleklerine nasıl güvenirsin, aklım almıyor. Hem vapurlarla birlikte çürümüştür onlar” diyor. Sahte can yeleği mevzusu gülmeme engel oluyor, acı bir şey akıyor içime. Bunu bile yaptılar ya, can yeleğinin sahtesini bile yaptılar ya, ne dense boş…
Vapur kaçıracağımız yok, bizimkisi can sıkıntısından… Ama okyanusa ulaşabileceğimize inansak, kaçırırdık kesin. Biz kaçırınca herkes atlardı bir vapura, İstanbul’da vapur kalmaz dördüncü köprüyü yapmak zorunda kalırlardı, hatta Boğaz’ı doldurup gökdelen dikerlerdi, fırsat bu fırsat. “Saçmalama” diyor Kungfu, “o zaman Boğaz manzaralı evlerin emlak değeri düşer, olmaz.” “Bu ülkede balıkçıların içine bile bir emlakçı ruhu kaçmış” diye takılıyorum.
Okyanusu aklıma düşüren, yakınlarda okuduğum nasıl iyi senaryo yazılacağına dair İngilizce bir kitaptı. Yazara göre, en iyi film fikirleri okyanus kıyısındayken geliyordu. Deniz olduğu bile şüpheli Marmara’da dönüp dolaşmak faydasızdı. Akgün Akova’nın öyle bir şiiri vardı, “yani sen de denizsen be marmara / iki boğazın var diye göl demiyorlarsa sana / canına okurum ben böyle işin...”
Bence Marmara, deniz; hatta yerine göre okyanus, o ayrı… O da olmasaydı, hiçbir cazibesi kalmazdı bu şehrin. Kungfu’yla tekneye atlayıp açılıyoruz denize. Ona Leylâ Erbil’in “Vapur” öyküsünden bahsediyorum. “Osmanlı zamanında” diyorum, “iskeleden kendi kendine bir vapur kalkmış. Büyülü bir vapurmuş, onu batırmak için ateş açan gemi batmış. Vapuru önce göçebe kuşlar, sonra bir balıkçı fark etmiş. Şimdi okyanusta geziniyordur belki…” Kungfu, yine hayal kurduğumu zannedip gülüyor, gerçek olduğunu bir bilse… Leylâ Erbil, “(…) umutsuzluğa düşmenin gereksizliğini kavramış, yapabileceğinin ne olduğunu çok iyi bilen bir taş parçası denli yeni bilinçler yaratmak üzere” başka ülkelere doğru yola çıkmış olabileceğini yazmıştı vapur için. Öyküdeki gibi, denizin dibinden kara bir gacırtı sesi...