İstanbul bahara hazırlanıyor. Kırık bir bahar bu, parçalanmış… İç savaş söylentileri gibi sıkıntılı bir hava. Gök gürleyecekmiş, şimşek çakacakmış gibi, ama bir şey olmuyor, kapkara bulutlar hiçbir şeye aldırmaksızın şehrin üzerinden geçiyor. Yarın sabah bardaktan boşanırcasına yağacak yağmur. Belki de yağmayacak. Bir intihar bombacısı daha çıkacak belki, az evvel yanımdan geçmiş bile olabilir. Denizi gören bir kafeye oturuyorum. Hangi gazeteyi açsam, daha önce okumuşum gibi bir his, bomba, katliam, tecavüz…

Küreselleşme karşıtı hareketlerden, kapitalizmin krizinden bahsederken, intihar bombacıları ve onların katliamları doldurdu gündemi. Ralph Waldo Emerson’un mutlaka yozlaşırlar dediği devletler, nasıl da memnundurlar şimdi, yaratılan bu korku ve dehşet atmosferinden.

Max Frisch, “Dünyadaki silah birikimini kalemimizle yok edemeyiz, ama iki tarafça da savaş yöntemi olarak kullanılan boş laf yığınlarını allak bullak edebiliriz” demişti. Gazeteler ve televizyonlar bu boş laf yığınlarıyla tıka basa dolu, iğrenç çürümüş bir bataklık gibi her şeyi içlerine doğru çekiyorlar. Onları allak bullak edecek kalemlere iktidarın düşman kesilmesi, nasıl da uyumlu her şeyle. Çıkıp bir rektörün okumuş insanlar tehlikelidir sözü, bir bakanın onlarca çocuk tecavüz edilmişken “bir kere olmuş” diyerek yaşananları hafifsemesi… Boş, bomboş laf yığınlarıyla doldurdular her yeri. Sadece onlar da değil, arkasını militer bir güce dayayan herkes…

Peki ama, Max Frisch’in dediği gibi değilse, yazının altüst edici bir işlevi kalmadıysa artık? Foucault da bu soruyu Fransız entelektüelleri için soruyordu. Burjuvazi, kapitalist toplum, yazıyı eylem gücünden tamamen yoksun bıraktı diyordu, kendisiyle yapılan bir söyleşide. Bir yandan da yazarlık atölyeleri çoğalıyor. Yazmak, toplumsal statü anlamını koruyor, eylem gücünden yoksun olsa da… Belki de sorun, çok daha derinlerdedir, kültürel bir çıkmazdadır. Fromm’un dediği gibi, içindeki boşlukla, pasiflikle, yalnızlıkla ve kaygıyla daha çok tüketerek başeden tüketici insanın yaşadığı ve bu çağda iyice görünürleşen varoluşsal bunalımdır belki, bütün bu olup bitenin nedeni?
Dün gece gökyüzü açıktı, yıldızları izledik Galata Kulesi’ne yakın bir terasta. Terastan aşağıya bakarken, her zaman olduğu gibi düşsem ne olur acaba diye düşünmüştüm. Bir araştırma, Afrika’da ölüm tehlikesinin daha çok olmasına rağmen, Avrupa’ya göre ölüm korkusunun yok denecek kadar az olduğundan bahsediyordu. Kültürel olarak açıklanabilir belki bu durum, ya da alışmakla, öğrenmekle… Batı’da doğum ve ölüm, kapalı kapıların ardında olup biten, saklanan bir şey çünkü. İnsanların her şeye, bütün felaketlere nasıl kolayca alışabildiğine dair öyle çok araştırma var ki… Bizde nasıl durum acaba? Bütün bu yaşananlar, neye hazırlıyor toplumu? İç savaşa mı, yoksa özgürlük tutkusuyla iktidarları alaşağı edecek bir kalkışmaya mı? Belki de hiçbir şeye…

Gazeteleri kaldırıp defterimi koyuyorum önüme, ama içimden yazmak gelmiyor. İçinde güzel bir delilik yoksa, yazmak da, yaşamak da bütün bu olup bitenler kadar anlamsız, hep aynı şeyler… Bütün mesele, o güzel deliliği bulup çıkarmakta, yazarken, okurken, yaşarken, severken… Öyle akıllı uslu yaşamayı beceremedim hiçbir zaman, bazen şartlar gereği kendimi zorlasam da… “Bu iyi bir şey” diye yazıyorum defterime, yüzümde bir gülümseme beliriyor. Karşımdaki masada oturan siyah gözlüklü kadın, ona gülümsediğimi düşünüp gülümsüyor. Dudaklarının aldığı şekilden anlıyorum gülümsediğini, gözleri görünmüyor. “Belki de benle ilgisi yoktur” diye yazıyorum defterime. Max Frisch’in “Homo Faber”deki, yaşamın bir “biçim” mi, yoksa “toplam” mı olduğuna dair tartışma geliyor aklıma. “Yaşam, bir şeylerin toplamı değil, zamanın içindeki bir biçim. Bu yüzden her şey değişebilir” diye yazıyorum defterime. Yazabileceğim en umutlu söz… Sonunda gök gürlüyor, boşuna toplanmamış kara bulutlar.