Bugün toplumun büyük kesimi, yan yana duramayacak ve söz söyleyemeyecek şekilde tahrip edilmiş, sözsüz ve eylemsiz kalmıştır. Bu büyük çaresizlik denizi içerisinde bazıları sessiz sedasız çekip gidiyorlar.

Kara gün kararıp gitmez: Emekçi intiharlarına dair

Gamze Yücesan Özdemir

“Sabahın köründe kalkıyorsun. Karanlık havada dolmuşa biniyorsun. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyorsun. Hiçbir şeyin…”, “Sana bakan iki güzel kara göze okul harçlığı verememek ne demek, bunu yaşayan bilir ancak…”, “Bin türlü derdin, kederin batağındayız. Geçim sıkıntısı bir yandan, tefeciler diğer yandan…” İşçi sınıfının sözleri bunlar. İşçilerin kurduğu dayanışma derneğinde bir araya gelen insanlar, sınıfın üyeleri üzerlerine çöken karanlığı dağıtmak istiyorlarlar.Belediye işçisi var, evlere temizliği giden, kuaförde çalışan, alyans atölyesinde işçilik yapan var.


Bugün pek çok işçi toplumsal sorumluluklarını yerine getirememenin sıkıntısını derinden yaşıyor. Uçup gitmek bir çözüm olsa tereddütsüz uçacaklar. Ama hepsinin yüreğinde bir çapa var sevdiklerine duydukları endişeyle onları hayata bağlayan. Gidemiyorlar ama sessiz sedasız çekip gidenlere bakıyorlar. Taşınmaz yüklerinin altında kapıyı hayata kapatanları tartıyorlar. Yargılamamalarından belli, gidenleri çok derinden anlıyorlar. Öte yandan “Böyle olmamalı” diyen bir sesi, “Buna boyun eğmemeli” diyen bir itirazı taşıyorlar. Sınıfın üyeleri ile birlikte önce hayattan vazgeçmenin nedenleri üzerine düşünelim. Ardından işçi sınıfının içteki sesini ve biriken itirazını nasıl dillendireceğimizi tartışalım.

Son günlerde emekçi intiharları üzerine parçalı, dağınık, birbiri ile bağlantı kayışları kopuk analizlere tanık oluyoruz. İktisatçılar yoksulluğa, siyaset bilimciler sosyal yardım ve sosyal politikalara, sosyologlar yalnızlığa, psikologlar ise ruhsal çöküntülere öncelik veriyor. Çözümlemelerin ezici çoğunluğu bireyden başlıyor yolculuğuna ve sonra yine bireyle bitiriyor işi. Söz konusu birey rasyonel işin aslında. Hayattaki seçimlerinden de kendi başına sorumlu. Yaptığı şeyler için üzülebiliriz ama bütün parayı yanlış kulvarda koşan ata yatırmamalıydı.

Bir de Émile Durkheim dolaşıyor. 1897’de İntihar adlı çalışmasında sosyolog Durkheim, toplumdaki ahlaki, iktisadi sorunların artmasının ve toplumdaki kurumları, kişileri bir arada tutan normların parçalanmasının kuralsız (anonik) intiharlara neden olduğunu vurguluyor. Ona göre sistemi aşırılıklarından arındırmak, insanlara toplumsal rollerini gerçekleştirebilecek alanlar açmak çözümün esası. Söz konusu alanları ve aşırılıktan arındırılmış bir toplumsal yapıyı neyin sağlayacağı emperyalist sömürüden yararlanan neoliberal siyasal sistemler için bile belli değil. Söz konusu yaklaşım içinden, krizin tam ortasındaki yarı-çevre ya da çevre toplumlara sunulabilecek bir öneri üretmek çok daha zor görünüyor.

Bu bulanıklıkta suyu durultacak olan ise emekçi intiharlarını anlamaya ve açıklamaya dönük bir teoriye ve bir siyasal ufka sahip olmaktır. Engels işçi sınıfını oturduğu yerlerde tanıdı. Günlük yaşantısını gözlemledi. Acılarını ve sevinçlerini dinledi. Şöyle anlattı işçi sınıfını: “Bazıları yenik düştü ve ahlâksal açıdan çöktü. Bazıları hayatından vazgeçti. Bazıları ise yazgısına boyun eğdi ve yasalara uyumlu yaşamı seçti. Bazıları da burjuvaziye karşı kendilerini koruyup tüm güçleri ile insanlık onurunu savundu.” Bize gerekli olan Engels’in teorisi ve siyasal ufkudur. Emekçi insanların intiharı üzerine düşünmek emekçiyi içinde yer aldığı kolektif emekle; insanı içinde yer aldığı toplumla ve toplumu da üretim ilişkileriyle birlikte değerlendirmeyi gerektirir. İşçi sınıfının geçim sıkıntısını yarattığı değere el konma biçiminden, işsizliğini yedek işçi ordusundan ayırmak ne kadar mümkünse, intiharı bireysel bir edim ya da anomali olarak açıklamak da o kadar mümkündür. Dolayısıyla, teori tarihsel maddeciliktir. İktisadi, siyasi ve ideolojik düzeylerin bütünlüğüne yaslanan emek rejimi tartışması da bu yolda bir ara kademedir.

Emekçilerin yaşamlarına son vermelerini memlekette süren ve derinleşen yıkıcı emek rejimi ile birlikte düşünebiliriz. Emekçileri sarpa saran yıkıcı emek rejimi iktisadi, siyasi ve ideolojik düzeylerin bütünlüğünde inşa ediliyor. İktisadi yapıda yıkıcılık nasıl işliyor? Düşük ücretler, derin bir geleceksizlik, ağır bir borçlanma, ciddi bir işsizlik, yokluk, açlık. Ekonomik kriz vurup geçiyor. Emekçileri değirmendeki buğday taneleri gibi öğütüyor.

Siyasal yapıda yıkıcılık nasıl işliyor? Emek anayasanın, siyasetin, iş hukukunun, sosyal politikaların oluşum süreçlerine dahil olma yeteneğini tümüyle kaybediyor dolayısıyla toplumdan dışlanıyor. Siyasal alanda sözünü büyütebileceği platformlar onun kolektif varlığını geliştirmek yerine, onun varlığından aldığı gücü başka yerlere yönlendirmeyi daha “rasyonel” bulan siyasetin denetiminde. Bir araya gelme imkânları azalan emekçiler, geldiklerini sandıkları zamanda da anlıyorlar hemen, bu sezon bütün maçlar deplasmanda.

İdeolojik yapıda yıkıcılık nasıl işliyor? Burası yıkıcı emek rejiminin en sert işlediği alandır. Emeğin bir araya gelebileceği tüm zaman ve mekân parçalanıyor. Kolektif zaman ve mekân yok oluyor. Kolektif eyleme imkân ve ihtimali ortadan kalkıyor. Bugün toplumun büyük kesimi, yan yana duramayacak ve söz söyleyemeyecek şekilde tahrip edilmiş, sözsüz ve eylemsiz kalmıştır. Bu büyük çaresizlik denizi içerisinde bazıları sessiz sedasız çekip gidiyorlar.

Bireysel iletişim imkânları ve kanalları yalnızlaşma ve yabancılaşma hisleriyle birlikte artıyor. Toplumsal ve siyasal iletişimde sosyal medya, cep telefonları, tabletler ve akıllı telefonlarla kurulan ilişkiler, esas olarak birbiriyle değil, orada olmayanlarla kurulan ilişkilere işaret ediyor. Sayısız iki kişilik ilişki dizisi, tekilin genelle olan ilişkisi tarafından oluşturulan toplumsallığın yerini gürültülü bir yalnızlıkla dolduruyor. Emekçiler, toplumsal yaşamın farklı anlarında (otobüste, lokantada, sokakta) birbirlerini, kendi toplumlarını değil, ekranları görüyor.

İşçi sınıfının itirazını ve sesini yükseltmek… Bu da siyasal ufuk tartışmasının önemli bir parçası. İşçi Dayanışma Derneği’nde bir araya gelen insanlar, sınıfın üyeleri üzerlerine çöken karanlığı dağıtmak istiyorlar. Onlarla konuşurken iki nokta belirginleşiyor. İlki sınıf siyasetini arıyor. Hayatlarını, geçim sıkıntılarını, eğitim, sağlık, konut sorunlarını, insana onuruna aykırı çalışma ve yaşam koşullarını dile getirecek bir siyasete ihtiyaç duyuyorlar. Etnik, dinsel ve liberal göndermelerden arınmış sosyalist siyaseti arıyorlar.

İkincisi ise sınıf toplumsallığını arıyor. Yalnız olmadığını, yere düştüğünde kendisini kaldıracak birinin olduğunu, kendisinin de düşen birini kaldırabileceğini deneyimlemek istiyor. Emekçi toplumun yan yanalığını, çalışan insanların bir aradalığını hissetmek istiyor. Sınıf işçi kamusallıklarına olan ihtiyacını dillendiriyor. Kendi tecrübe, beceri ve deneyimlerinin karşı stratejiler biçiminde güçlendiği anları ve mekânları arıyor. Sınıf kendine has taleplerini, itirazlarını, öfkelerini ve hayallerini var edeceği birlikteliklere gereksinim duyuyor. Sınıf sosyalist dayanışmayı çağırıyor.

Bu topraklarda her türlü karanlığa karşı umudu var etmiş olan Orhan Kemal’in satırlarında tükenmiş emekçilerin şu sesi yankılanır: “Eee, her şey kötü, eeee her şey bitmiş… Ama kara gün kararıp gitmez değil mi ya?” Kara gün kararıp gitmeyecek. Devrimciler ve emekçiler kendimizi değil bu berbat düzeni yok edeceğiz. Hayata kapıyı kapatmayacağız. Hiçbir yere gitmeyeceğiz. Ve bu hayatı başka bir hayatla değiştireceğiz.

cukurda-defineci-avi-540867-1.