Dino Buzzati’nin “Pelerin” adlı öyküsü, uzun süredir cephede savaşan bir askerin bitmek bilmeyen bir bekleyişin ardından

Dino Buzzati’nin “Pelerin” adlı öyküsü, uzun süredir cephede savaşan bir askerin bitmek bilmeyen bir bekleyişin ardından eve dönüşünü anlatır.

Asker gelip de evinin kapısını çaldığında, annesi masayı topluyordur. Kapıyı açtığında, kara bir pelerine sarınmış oğlunu karşısında görünce şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırır. Oğlansa kendini annesinin kollarına bırakır. Biraz solgun, biraz utangaç kendini onun sevincine teslim eder. Kadın telaş içinde ona bir şeyler yedirmeye çalışır. İster ki rahat etsin, ayaklarını uzatsın ve dinlensin. Asker ise, ne kadar ısrar edilse de, üstündekileri çıkarmaya yanaşmaz. Fazla kalmayacağım, der annesine. Eliyle pencereyi işaret eder. Dışarıda bir aşağı bir yukarı dolaşarak bekleyen siyahlar içinde biri daha vardır.

Buzzati, kapının önünde bekleyenin kimliğini hemen hissettirir bize. Anne ise başında neler olduğunu fark edemez. Oğlan, ucundan kan damlayan pelerinine sarınarak çıkıp gittiğinde ardından bakakalır önce. Ama sonra o da, oğlunu yanına katıp götüren bu uğursuz kişinin kim olduğunu anlar.

Bunun üzerine, “yüreğinde, hiç bir şeyin yüzyıllar boyunca bile dolduramayacağı bir boşluk açıldı,” der bize Buzzati.

Garip bir hikayedir bu gerçekten. Buzzati, “dünyanın efendisi” diye tarif ettiği ölümün, bir dilenci gibi kapıda beklemesine göz yumar. Hayatın acıları karşısında ölümün bile eğildiği bir anın hikayesini kurar. Onun gözünde ölüm, acımasız biri değildir. Tam tersine, acıları dindirecek olandır.

Asker de farkındadır bunun aslında. Ölmüştür o artık. Acıları sona ermiştir. Onu üzen tek şey, arkasında bıraktığı insanların halidir. Kendi ölümünden çok annesinin neşesi dokunur ona. Sevgilisinin lafı geçtiğinde irkilir. Kardeşi ile odada yalnız kaldıklarında konuşacak bir şey bulamaz bir türlü.

Ölüm zalim değildir. Tam tersine, ailesine veda edebilmesi için askere son bir şans tanımış, ona karşı sabırlı ve şefkatli davranmıştır.

Zalim olan hayatın kendisidir. Ölüme rağmen devam ettiği için böyledir bu. Kargaşa, acı ve mücadele sona ermemiştir. Bunda neredeyse saygısızca bir şey vardır.
 
Etrafımızın ölümlerle çevrildiği bu kötü zamanda, bana Buzzati’nin öyküsünü hatırlatan da bu duygu oldu.

Onlarca genç insanın hayatını kaybettiği çatışmaların etkisini üzerimizden atmaya fırsat kalmadan, Van’daki depremle bir kez daha sarsıldık. Önce ben de herkes gibi sandım ki, bu şerden bir hayır gelecektir. Bu ülkenin insanları, böyle bir felaket karşısında, bütün ayrılıkları unutacak ve birbirine sahip çıkacaktır.

Fakat anlaşıldı ki, kimileri ölüm kadar bile şefkatli değiller. Yaşıyor olmanın hoyratlığıyla, geride kalmış olmanın kibriyle, düşündükçe utanacağımız laflar ettiler. Öyle şeyler işittik, hepsini derhal unutmak istedik. Felaketi daha evvel de görmüştük. Üzüntü zaten bizimdi. Ama bu kadar utanca hazırlıklı değildik.

Bu insanları ölümün karşısında bile nefretle ayağa kaldıran nedir? Ölüm bütün ayrılıkların kaybolduğu yerdir halbuki. Şefkati de bundan değil midir? Farklılıkları yok ettiği için müşfiktir ölüm. Hiç ayırmadan hepimizi kucağına kabul ettiği için yüce gönüllüdür. Kılığımıza kıyafetimize, hangi sınıftan geldiğimize, ırkımıza, dilimize, inancımıza, hatta yaşımıza bile bakmadan alır bizi. Adildir onun için.

Adaletsiz olan ölüm değil hayattır. Kürtlerle Türkleri öldükten sonra bile yan yana koyamayan zihniyet, tamamen burasıyla ilgili bir şeydir. Varlıklı olanlar depreme dayanıklı evlerinin keyfini sürerken, yoksulları kötü binalarda oturmaya mahkum eden koşullar da öyledir. Ya o apartmanları yaparken malzemeden çalan müteahhitler? Onlar da hayatın meselesidir. Ölümün değil.

Ölüm bütün bunların yanında, görevini kusursuzca yerine getiren titiz bir memur gibidir. Soğukkanlı, vazifeşinas, dikkatli. Ama kalpsiz değil.

Kalpsiz olan bu felaketlerin ardından nefret söylemleriyle ortaya çıkanlar, Van’a yardım yerine taş ve odun yollayanlar, ya da en hafif haliyle “Yardım edelim de utandıralım” diyerek ırkçılığın değişik tonlarında fütursuzca dolaşanlardır.

Buzzati’nin öyküsündeki askerin, kara pelerinli ölümün peşinden kül rengi ufka doğru dörtnala gidişini hayal ediyorum. Nedense bu resim bana çok huzurlu görünüyor.

Ölülerin huzurunu kıskandığımı fark edince irkiliyorum.

Hayat bu derece hoyratlaşmış demek ki!