“Bizden polisiye çıkmaz”, “Polisiye edebiyat değildir” algısını değiştiren, üç yazardan biridir Celil Oker. Kara Roman tarzındaki eserlerinin arka planına İstanbul’un sinematografik anlatımını beceriyle yerleştirir. Onun yazdığı her kurgu, kurgu olmayan bir dünyayı tanıtır. Oker, bir çeşit insan sarraflığı yapar, yarattığı kurmaca dünyadaki karakterleri ete kemiğe büründürürken onları Türk insanının motifiyle giydirir.

Kara Roman’ın en sadık temsilcisi

Çağatay Yaşmut

90’lı yıllar polisiye edebiyatımız için bir dönüm noktası olmuştur. Polisiye edebiyatımız, darbe dönemlerinde yazarların savundukları siyasi “tarafın” ideolojisine uygun toplumcu gerçekçi eserlerini içeren birkaç istisna dışında, bir eser üretememiş, kış uykusuna yatmıştır. Polisiyemizi bu uzun kış uykudan uyandıran yazarlar, Celil Oker ile birlikte Ahmet Ümit ve Osman Aysu olmuştur. Denebilir ki, ben dahil, polisiye yazdığını göğsünü gere gere söyleyen pek çok yazarın yetişmesinde, bu ustaların çok büyük katkısı olmuştur. Ayrıca bu üç yazarın polisiye çatısı altında farklı tarzlarda eserler vermeleri, polisiye edebiyatımıza çeşitlilik kazandırmıştır.

Bu yazının konusu olan Celil Oker 1929 yılında ABD’de yaşanan büyük bunalımın ve içki yasağının etkisiyle doğan, polisiyeyi “üstün zekalı ve aristokrat dedektiflerin tekelinden kurtararak sokağa indiren” ve “Kara Roman” adıyla bilinen tarzda eserler kaleme alır.

Celil Oker, 1998 yılında bir polisiye roman yarışmasında “Çıplak Ceset” romanıyla birincilik ödülüne layık görülür ve o tarihten itibaren aynı karakterin maceralarını peş peşe ve seri romanlar şeklinde kağıda aktararak başkahramanı Remzi Ünal’ı hayatımızın bir parçası haline getirir. Remzi Ünal ellilerini geçmiş, Hava Kuvvetleri’nden emekli, eski bir pilottur. Yazar, kahramanını her romanında şöyle tanımlar: Türk Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir “freguent flyer”ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf charter şirketlerinde bile tutunamayan biri, eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur Özel Dedektif Remzi Ünal…

Ofisi olmayan dedektif

Remzi Ünal’ın geçmişini pek bilmesek de yazarın onun için söylediği, yukarıda aktarılan sözlerden onun, Kara Roman’ın dedektifleri gibi hayatta kaybetmiş biri olduğunu çıkarmak zor değildir. Ne beynindeki gri hücrelerin verdiği komutlarla hareket eden Hercule Poirot gibi bir züppe, ne de Erol Üyepazarcı’nın tanımladığı gibi yumruklarıyla sevişen, dudaklarıyla dövüşen Mike Hammer gibi biri değildir. Bu yönüyle Remzi Ünal’ın, New York sokaklarında cirit atan meslektaşı Matthew Scudder ile çok sayıda ortak noktası olduğunu söyleyebiliriz. Bir ofisinin olmaması onun Scudder ile paylaştığı bir başka benzerliktir. Oker’in bohem kahramanı fotoğraf çekmez, ses kaydı almaz, makbuz vermez, cep telefonu kullanmaz; tüm işlerini ev ve araba telefonuyla görür. Eğer müşteri onun bu yaşama ve çalışma tarzını kabul ederse o da davayı kabul eder. Özel hayatına gelince kendisi kadınlara karşı son derece “cool”dur. Sıradan fakat yalnız bir hayat yaşar, suya sabuna dokunmamaya gayret gösterir, reklamcı arkadaşı dışında pek arkadaşı da yoktur, ara sıra, oturduğu apartmanın eski asker emeklisi yöneticisiyle sohbet eder. Telefon mesajı bırakarak kayıp kızı için yardım isteyen ama kim olduğunu söylemeyen gizemli bir kadın bir arkadaş sayılırsa böyle bir arkadaşı da vardır... Bütün maceralarında hayatına giren tek kadın, psikolog Yıldız Turanlı olmuştur; gelgelelim onunla da ilişkisini doğru dürüst sürdürememiştir.

Genellikle polisiye roman kahramanı olan özel dedektiflerin polis teşkilatı içerisinde arasının iyi olduğu bir ya da iki polis vardır ve davaların akışında gerekli olan adli bilgiler kendilerine bu polisin yardımıyla gelir. Remzi Ünal’ın böyle bir ilişkisi yoktur. Bir cinayet işlendiğinde ve kendisi cesetle karşılaştığında biran önce ipuçlarını toplamaya böylece üzerlerine mavi yelek giymiş, bitmeyen sorular soran adamlarla karşılaşmamak için mekanı terk etmeye gayret eder. Bu tutumuna ilişkin savunmasını da şu cümlelerle dile getirir: “Ben yalnızca yerli malı bir özel dedektifim. Ne cinayet masasındanım ne savcılıktan ne de adli tabiplikten. Biraz ite kaka çıkmış bir yasa sayesinde çalışan, resmi makamlarca nasıl algılanacağı tam bilinemeyen ve çok da sevilmeyen, çalışma sınırları netleşmemiş taze bir sektörün temsilcisiyim.” Remzi Ünal’ın polisle kurduğu tek ilişki, olay mahallinden ayrıldıktan sonra bir telefon kulübesinden 155’i arayarak cinayeti ihbar ederken yaptığı kısa konuşma sayesinde kurulur.

Karakter özelliklerine ve günlük yaşamına bakıldığında Remzi Ünal, yazarına benzer şekilde bol kahve ve sigara tüketir. Beslenme alışkanlıkları son derece sağlıksızdır. Genelde pizza sipariş eder, sokakta yemeye bayılır, kebapçılar uğrak yeridir, kızarmış tavuk, döner, kola ve üzerine içtiği sigara keyfini yerine getirir. Remzi Ünal acıkır, uyur, araba kullanır, taksiye biner, şehri gezer, dayak yer ya da dayak atar, dayak yedikten sonra ılık duşun altına koşar… Yani Remzi Ünal gerçek bir insan gibi hayatımızın içinde yaşar.

İstanbul başrolde

Celil Oker polisiyelerinde İstanbul çok önemli bir yere sahiptir. Kentin kimliğini, tarihini, kendine özgülüğünü polisiye metinlerinin karakteristiğine dönüştüren yazarlara uzun uzadıya düşünmeden örnekler verilebilir: George Simenon kahramanı Maigret ile Paris’in sokaklarını, kahvelerini, sisli limanlarını… Celil Oker kendi şehrini, İstanbul’u çok iyi anlatır. Remzi Ünal İstanbul'u sokak sokak dolaşır, okur da onunla beraber dolaşır. Moda, Kadıköy, Levent, Bebek, Etiler, Hisarüstü gibi semtler, Ünal’ın davayı çözerken gezdiği bölgelerdir. Bizler Celil Oker’in İstanbul’unda, gündelik hayat içerisinde kendine özgü bir yaşayış tarzı olan, bambaşka değerleri, kültürleri, şiddetleri, öfkeleri, sevinçleri, raconları, “tripleri” olan insanları gözlemler, onları “yakından tanırız”.

kara-roman-in-en-sadik-temsilcisi-749731-1.
Çağatay Yaşmut ve Celil Oker

Bu usta yazar Kara Roman’ın sadık bir temsilcisidir, işte bundan dolayı onun için cinayet sadece çözülmesi gereken bir mesele ya da bir bilmece değildir. Oker bize bir zihin jimnastiği yaptırmaz. Katilin şu ya da bu kişi olmasının da pek önemli yoktur. Bu ülkede işlenen suçlar bu ülkenin izlerini taşır. Celil Oker’in romanlarında bu izleri takip ederek suçun toplumsal ya da bireysel nedenlerini öğreniriz, yaşadığımız ama tanımadığımız bir ülkeyi de tanır ve anlarız. Onun yazdığı her kurgu, kurgu olmayan bir dünyayı tanıtır. Örneğin ilk romanı olan Çıplak Ceset’te uyuşturucu trafiği ve pornografi dünyasını, Kramponlu Ceset’te bir tekstil firmasının sahibi olduğu üçüncü lig bir futbol takımında dönen şike olayları üzerinden spor dünyasını tanırız… Bir Şapka Bir Tabanca’da reklam sektörü ve miras kavgaları, Ateş Etme İstanbul’da kliniklerde yaşanan kirli işler, Sen Ölürsün Ben Yaşarım’da kentsel dönüşüm ve rant kavgaları başat rol oynar. Tek öykü kitabı olan Beyaz Eldiven Sarı Zarf’da polisiye romanın olmazsa olmazı muammanın cinayete fazla bulaştırmadan nasıl anlatılacağını gösterir.

Celil Oker olay örgüsü kurarken sergilediği ustalığı, sayfalar ilerleyip olaylar geliştikçe muammayı çetrefilleştirirken, bir cinayetin arka planına İstanbul’un sinematografik anlatımı beceriklilikle yerleştirirken, diyaloglarını gerçekçi bir biçimde kurgularken, gerçek yaşamda her birimizin karşılaşabileceği ve karşılaştığı sahici karakterler tasvir ederken de gösterir fakat kurmacanın yazarı olarak satır aralarına girmeden ve bilgelik taslamadan hikâyeyi anlatışı, sahneleri tıpkı bir tiyatro oyunu izler gibi zihinlerde canlandırmayı sağlayan üslubu, karakterlerin jestlerine, mimiklerine kadar her ayrıntı onun polisiyesine hizmet eder.