Epeydir, gazeteci tutuklamalarının olağanlaştığı bir ülke olduk. Haber alma özgürlüğüne inanan, işlerini gereği gibi yapmaya çalışan gazetecilerin hapse girmeseler de işlerinden olduğuna da sık rastlıyoruz. Ama iktidarın bizi kendi kafalarına “alıştırma sınavları” bitmemiş ki, Can Dündar ve Erdem Gül’e olduğu gibi, gazetecilere yalnızca gazetecilik yaptıkları için müebbet üstüne müebbet istemiyle dava açılan bir noktaya geldik! 65 günü bulan tutuklama yeterince akıldışıyken, casusluk temelinde hazırlanan iddianameyle hepten akıl ötesine geçtiler!

Akıl ötesi ama ülkedeki “üst ve de tek akıl” hukuku kendi bildiğince yorumlama sahasını kendi eylemlerinden devlet kademelerine kadar uzatmış olduğundan şaşılacak bir şey de yok!

Örneğin herkes kaymakamlara, “Mevzuat şöyledir, böyledir. Mevzuatı koyun şöyle bir tarafa yeri geldiğinde, ben bunu bu şekilde yaparım deyin ve yapın. İşte bu iradeyi kullanmaktır” demesine şaşıyor ya, ben de bu şaşmalara şaşıyorum. Nicedir, zaten böyle bir “tek akıl- irade” gölgesinde yaşıyoruz; belki bu kadar açıkça söylenmemişti; o kadar!

İktidarlarındaki 13 yılın getirdiği siyasal, hukuki ve toplumsal kayıplar bir yana, şimdi bu “tek-aklın” gölge olmaktan çıkıp daha bir gerçeklik istediği de biliniyor. Kalan son bir adım var; başkanlık! O da gerçekleştiğinde, demokrasiden hukuka, siyasetten barışa, haktan topluma ne varsa, hepsinin AKP’ce, daha doğrusu Erdoğan’ca olarak yeniden yazılması da tamamlanacak!

Böylece, hâlâ anayasa, demokrasi, parlamento, hukukun üstünlüğü, laiklik gibi kurumlar ve değerler varlığını koruyor görünse de, gerçekte hepsinin aşındığı, işlevsizleştiği gibi bir gerçek “görünmez” olacak!
Parlamento’nun yürütmenin uzantısı olması, yürütmenin Cumhurbaşkanının adamları haline gelmesi, hukuk devletinde “kişi iradesinin üstünlüğü” noktasına gelinmesi, yargı bağımsızlığının rafa kalkması, eğitimde 4+4+4 uygulamasından bu yana durmadan laiklikten taviz verilmesi, başta yaşam hakkı, kişi dokunulmazlığı, ifade özgürlüğü gibi en temel hak ve özgürlüklerinden bile uzaklaşılması gibi bugün tartışılan konular, artık “mesele” olmaktan çıkacak!



Ondan sonra sıra nereye gelecek diye düşünürsek, korkarım, bugünkü eleştiriler karşısında “diktatörlük olsa bunları yazıp söyleyebilir misiniz” dediklerinden yola çıkarak “övme dışında her şeyi konuşup yazmanın yasaklanacağı” noktaya kadar uzatabiliriz kaygılarımızı. Zaten bu yönde alıştırmalar çoktan başladı.

Gazetecilik yapmak suç haline gelirken, barıştan konuşmak da suç olabilmekte.

Örneğin, yalnız askerler, polisler, gerillalar da değil; siviller de savaşa kurban gider, ne oluyor diyemeyiz! 16 Ağustos 2015 ile 8 Ocak 2016 arasında sokağa çıkma yasağı uygulanan yerleşim yerlerinde 29’u kadın, 32’si çocuk, 24’ü ise 60 yaş üstü en az 162 sivil hayatını kaybetmiş olur, devlete “neredesin” diye soramayız!

Cizre’de tank ve top atışları sonucu bir bodruma sığınan 28 kişinin, kurtarılmayı beklediklerini, ambulansların gelmediğini, içlerinden yaralı beş kişinin öldüğünü duyar, “devlet, bu senin suçun” diyemeyiz!

Sokağa çıkma yasakları yayılırken, gidecek yeri olmasa da can derdine düşüp kaçışan insanları görürüz televizyonlarda ama “burası bizim; onlar bizim insanlarımız” deyip, bu kıyıma son verilmesini isteyemeyiz.

Hele bir deneyin! İlk imzacıları 1128 olan, sonradan sayıları 2000’lere ulaşan akademisyenlerin savaşa dur demek için devlete yaptıkları çağrı üzerine olanlar gibi başınıza örülmedik çorap kalmaz! Medyanın teşhirciliği ve çirkin dili bir yandan, hakkınızda açılan davalar, soruşturmalar, görevden uzaklaştırmalar öte yandan, “hizaya girmeniz” için ellerinden gelen ne varsa yapılır!

Ülkenin aydınlığını boğduklarını düşünmezler bile!

Tıpkı, yaşanılan bu savaş, ölen her insan, ağlayan her anne ve çocuk, yıkılan her ev ve boşalan her mahalle, ekilen her kin ve nefret tohumuyla;

Türkiye’de umudun, geleceğin öldüğünü görmedikleri gibi...