Önceki yazımda, bu hafta “Çin komünizmi” üzerine yazacağımı belirtmiştim. Birkaç bölüm sürecek bir yazı olduğu için yeni yıla erteledim ve memleketin bu kasvetli günlerinde buralardan yılbaşı havasına uygun eğlenceli bir şeyler yazmak istedim.

Çin kültürünün benim için en etkileyici özelliği olan şükran duygusu ve saygıyı doğayla kurdukları ilişkide de gözlemliyorum. (Çin dinlerinde Doğa bir tanrıdır). Doğadaki birçok hayvan ve bitki-sebze Çinlilerin olağan yiyecekleri arasında yer almasına rağmen, (bizdeki yağmacılığın aksine) türün devamlılığına gösterilen özeni doğaya şükran ve saygının ifadesi olarak görüyorum. Yanımdaki kafeste duran Karabatak kuşlarının bu görüşüme itirazı olabilir ki; bence de haklılar. Kuşlardan biri bana öyle bir bakıyor ki, gagası bağlı olmasa, sanki ağzını açıp bu itirazı dile getirecekmiş ve “Bizi kafeste gördüğüne şaşırdın mı?” diye soracakmış gibi bir hali var. Nasıl şaşırmam; Karabatak gibi insandan fazlasıyla uzak duran bir kuşun kafeste işi ne… Hem de göz teması kurarak, sanki sorguluyormuş gibi bakıyor. Bu bakıştan gözlerimi kaçırmadıysam, klinik psikoloji uzmanlığımdandır.

Çin’de ne zaman yolum bir küçük kent-kasabaya düşse pazaryerini mutlaka gezerim. Özel bir şey aradığımdan değil ülke kültürü hakkında çok şey barındırdığı için ilgimi çekiyor. Bunlar, köylülerin sadece kendi ürünlerini sattıkları pazarlar. Bambu kafes içindeki bu dört Karabatak kuşu da bu pazarın bana sürprizi. Önce, etraftaki ördek ve tavuklar gibi pişirilmek için satıldığını düşündüm. Satıcının bir alıcıya yaptığı “Ağzından balığı yüz defa da alsan, yine dalar. Hiç düşünme al” kabilinden “ürün promosyonuna” ve bir kuşun “değişim değeri” için yapılan kıran kırana pazarlığa tanık olunca, Çin hakkında bilmediğim bir şeyi daha öğrendim.

Satıcıya “Bu kuşlarla ne yapıyorsunuz?” diye sordum. “Gazeteci, TV’cu musun? Belgesel mi çekeceksin?” diye karşılık verdi. Meğer daha önce bir Batılı TV kanalı “Karabatak kuşuyla balık avlama geleneği” hakkında bir belgesel çekmiş. Belli ki o belgesel için aldığı paranın tadı damağında kalmış ve bir belgeselci (balık) daha yakaladığını sandı. Ne de olsa adam Karabatak kuşu yetiştiricisi… Gazeteci olmadığımı söyleyince, biraz bozuldu ve başından savmak ister gibi “Al bir tane, sana ucuza veririm” dedi. “Ne yapayım onu” deyince, “hediye edersin” dedi. Sanki Kanarya satıyor… Belli ki gazeteci-TV’cu olmadığıma inanmadı ve “kuşu belgesel çekeceğin balıkçıya hediye edersin” demek istedi.

Anlaşıldığı üzere, kuşların o kafeste olmalarının nedeni (insan-doğa ilişkisine ticaretin bulaşmasıyla oluşan) bir “marjinal sektör” için “meta” haline gelmiş olmaları. Bahtlarına düşen ise, göl ve nehirlerde balık avlamak için kullanılmak. Ava çıkmadan önce hayvanın boğazı bir iple bağlanarak iyice daraltılırmış ki yakaladığı balığı yutmasın. Su altında yakaladığı balığı yutmak umuduyla su üstüne çıktığında, yutmak için cebelleşirken, balıkçı hayvanı sala çekip ağzından balığı alırmış. Sömürünün de kadarı… Kuş da olsan kahrından ölürsün. Arada bir boğazındaki bağı çıkarıp bir balık yutmasına izin verirlermiş ki açlıktan bitap düşmesin ve yutabileceğine dair yanılgısı devam etsin. Bu kuşlar oy kullanabilseler, bu algılama-muhakeme yetisiyle kesin AKP seçmeni olurlardı.

Aralarından başına geleni anlayıp suya dalmayı reddeden kuşlar da çıkarmış. Balıkçı balık tutması için saldan suya atsa bile, isteneni yapmaz ve aldırış etmeden suyun üstünde yüzermiş. Bunlara sınıf bilinci kazanmış proleter Karabatak diyebiliriz. Haliyle, bunlar bizim kuşlar oluyor. Yani sistemin nasıl işlediğini gören ve sömürüye baş kaldıran Karabataklar. Bunlar makbul kuşlar değil. O yüzden sonları genellikle tencerede bitiyor. Çünkü bu hayvanların “bizim kuşlar” gibi zeki olanı değil yakaladığı balığı yutabileceği umuduyla suya sürekli dalan köle ruhlu yarım akıllısı işe yarıyor.

Sonuç olarak, Karabatak kuşu sömürüsüne dayalı “bir nevi (Çin’e özgü) kapitalizm” diyelim. Buralardan ekonomi-politiğe bir katkı olsun…