Geçenlerde “Devrimcilik ateşini karamsarlık yakar” diye yazdı Selçuk (Candansayar). Karamsarlık ve iyimserlik insanın ruh haliyle ilişkiliyse, bir psikiyatri profesörü olan Selçuk’un alanına girip, “o öyle değil” demem!

Onu öyle saymak için; iyimserliğin nasılsa kendiliğinden olacak beklentisiyle insanı eylemden uzaklaştırdığını; karamsarlığın da koşulları kökten değiştirecek bir mücadeleye teşvik ettiğini kabul etmek gerek.

Pazar günü bizim gazetede Ayşenur Arslan’ı okurken, mesleğimizin içinde bulunduğu durumun onu ve Hüsnü Mahalli’yi nasıl bir “karamsarlığa” ittiğini gördüm.

H. Mahalli «Sözün bittiği yerdeyiz” yazısında, “Kimsenin moralini bozmak istemem ama bu süreç herkesi susturuncaya kadar devam edecek. … Bir GAZETECİ olarak ben çok yoruldum. GAZETECİ olarak yaşayamayacaksam gazetecilik yapar gibi rol kesemem. Kendine saygısı olan biri olarak mesleğime ihanet edemem. ‘İdareyi maslahat’ hiç yapamam. … Uzatmanın bir anlamı yok ve kalmadı. İşe yarar mı bilemem ama bugünden itibaren artık hiçbir televizyon programına katılmayacağım. Geçici bir süre için bir ay önce açtığım kendi YouTube kanalımda ‘havadan sudan’ hikayeler anlatarak karşınızda olacağım sonra da kararımı vereceğim” demiş!

SIFIR MUHALEFET” peşindeki iktidarın her muhalif sesi susturmaya dönük baskısı karşısında Mahalli’nin hissettiklerini derdi gazetecilik olan birinin hissetmemesi olanaksız.

Batı gazeteciliğinin ve liberal teorinin kutsadığı, bir olayın bütün taraflarına eşit söz hakkı vermek yaklaşımını bile mumla arar hale geldik. Bir zamanlar, bu ezberi tekrarlayarak “partizan gazetecilik” yapanlara tepeden bakan, onları gazeteci olarak görmeyen, hatta yok edilmesi gereken bir başka türmüş gibi görenler, o kutsadıkları “yüzde 50-50” gazeteciliğini çoktan terk edip partizanlığın doruğuna çıktılar.

Yalnız, onların partizanlığı “iktidarzanlık”!

Gazetecilik tarafsız ve önyargısız olmayı gerektirir, ama acı çekenlerin safında!” anlayışındaysanız; şimdi işsizlikten, yoksulluktan, duran ekonomide yükselen enflasyondan, her bebeğin 19 bin 638 lira borçla doğduğundan, 7 kez patlama olan bir fabrikaya nasıl olup da izin verildiğinden, kanalların karartılıp ifade özgürlüğü alanının daraltılmasından bahsedeceksiniz.

Ekonomide durmaksızın başarı hikayeleri anlatırken, bir soluklanıp; “Ya gerçekten böyle mi?” diye soracaksınız.

Hadi bundan vazgeçtim, barolara ne yapılmak istendiği konusunda iktidar temsilcileri kadar muhalefet temsilcilerini, yapılmak istenen düzenlemeye karşı çıkan baro başkanlarını da konuşturacaksınız.

A. Arslan, H. Mahalli, bu listeye ben dahil başka isimler de ekleyebilirsiniz, manzaraya bakarak kahrolurken, şıkıdım şıkıdım “gazetecilik” yapanlar da var!

Hele şimdi CHP Kurultayı da geliyor ya, bak sen şıkıdımların sesine!

Eleştiren, ama eleştirisini güçlüye ve iktidara değil, güçsüze ve muhalefete yöneltenler, bol keseden muhalefete akıl vermeye, performanslarına not vermeye devam edecekler.

E hani zihninden bile geçirmeyecektin” diyerek, A. Davutoğlu’na “Cumhurbaşkanımızla son nefesime kadar vefa ilişkisini sürdüreceğim. Hiç kimse benim ağzımdan, benim dilimden, benim zihnimden Cumhurbaşkanımız aleyhine tek bir söz duymadı, duymayacak”, sözünü “sıkıysa açıkla” edasında hatırlatanlar, kendi “Erdoğan’ın ya da Davutoğlu’nun uçağına asla ve kata binmeyeceğim.” sözlerini gayet güzel (!) açıklayanlar var.

Doğrusu bu manzara benim de içimi karartıyor. Ama şimdi tam da bu yüzden eylemde iyimser olma zamanı. Eylemi sözü olan gazetecinin daha çok yazma, daha çok söyleme zamanı.

Her durumda bir yolu bulunur nasılsa!