Karanlığa alışmak

İnsan gözü zifiri karanlıkta görmez deniyor. Bakalım olacak mı, meraktayım.

İnsan gönlü zifiri karanlıkta bile görebiliyor oysaki. Ama gönül gözünü karanlıkta ne kadar bırakırsanız o kadar az görmeye başlıyor sanki. Giderek kararıyor gözlerimiz.

Karanlıktan öncesi bize biraz gri geldi aslında. Biraz da gelmedi. Bol bol geldi. Göstere göstere, gerine gerine, bilgisizliğini yücelte yücelte geldi. O bile neye inandığını bilmiyor oysaki. Şuursuz kocaman bir grilik hepimizin üzerine çöktü. Çok fazla kapalı havaya alışık değiliz demek ki, hepimizi bir sıkıntı kapladı. Grilik gökyüzünden sokaklara yansıdı, insanlara yansıdı, bir noktada çoğu insan giriliğin etkisine girdi. Gözlerinin feri gitti, griliğin ve sonrasından geleceklerin ateşine yel ettiler itaat duygusu içinde. Tek duygu o kalmıştı onlarda. Korkunun, hayatta kalmanın, insanı, bilinci nasıl kırabileceğini gördük. Grilik bir gün “Ben pembeyim” diyor, herkes pembe giyiniyordu.

Oysa ne renk giyinirsen giyin görünüyor içerideki karanlık. Hem de çok uzaklardan…. Uzaktayken karanlık da ufacık bir şey. Sineğe benziyor adeta. Tek bir nokta ufuk çizgisinin ortasında. Ama ileriyi görmek kadar ileriyi iyi de görmek lazım. Yaklaşıyor sineğe benzeyen nokta. Sonra kanatlarının olmadığını fark ediyoruz, zaten bizden çıkan ışığı da içine çekiyor. Duygusal bir karadelik gibi. Kötülüğü ve çaresizliği büyütüyor, korkuyla besleniyor. İçine uzun süre bakarsanız sizi betona çevirebiliyor. Aynı Medusa’nın saçlarındaki yılanların ona bakanları taşa çevirmesi gibi. Şimdi betona dönüşüyoruz, daha modern böylesi.

Karanlık artık geldi çöktü üzerime. Dışarı bakıyorum, pek bir şey göremiyorum. Çünkü kalmamış hiçbir şey. Farklı bir renk ya da ses duymak istesen, o gittiğin yeri bulup, orayı da karartıyor o varlığına meze olmam gereken şey… Masanın kenarındaki mezeler gibi sıramızı bekliyoruz. Çoğumuz zaten bozulmuş, böyle bir masa açılmamış uzun süredir buralarda zaten. Mezeliği bile unutmuşuz.

Karanlıktan kendi içine kaçanlarımızın bazılarından da haber alınamıyor. Onlar da gittikçe gidiyorlar. Bazıları zincirlerini kırıp kaçıyor, bazıları kaçmak istemiyor… Bazılarımızı ne yapacağını bilemiyor. Bir şey de yapmak istemiyor belki de. Depresyona en iyi gelen şey daha fazla depresyon çünkü. Herkesin çekiç olduğu bir yerde. Çivi çiviyi nasıl söksün? Kerpeten ya da pense olsa anlarım. Kutu kutu pense bile yok. Kutular para dolu. Geleceğimiz, şimdimiz günden güne eriyor. Ateşe tutulmuş plastik kaşık gibiyiz. Biraz sonra hiçbir işe yaramayacağız. Etrafa kötü bir koku ve sevimsiz bir duman salarak yok olacağız belki de.
Baktığım her şey giderek daha da karanlık. Heykeller karanlık, müzik karanlık, gazeteler, internet zaten karanlık… Beynimizin, aklımızın, sağduyumuzun kalın kadife perdeleri sıkı sıkıya kapanmış. İçeri bir parça foton giremiyor neredeyse. Bir dalga gibi bile davranamıyor hiçbir parçaçık.

Bağımlılık haline gelmiş alışkanlıkların ve tekrarların tekrarı mıydı yaşamak? Ne kadar ilerisini görebilirdik hayattayken? Burası neresi, onu bile anlayamıyorum. Her yer birbirine benziyor karanlıkta. Her yerde aynı betonluk, her yerde aynı matkap ve Hılti sesleri. O ses Türkiye buymuş. Zzzzzaaaaaaaattttttttt-t-t-t-t-t-t-t!

Camları kapattım, perdeler zaten çekik gözler gibi incecik aralanmış. Hiçbir şey görmüyorum, hiçbir şey duymuyorum artık. En güzel şeyleri görmemek, onları bilmemek sonuçta kaybolduklarına üzülmeyeceksek daha faydalı değil mi? Bize kim bunu söyleyebilir? Bilmeden, görmeden gelip, aynı hızla ve daha çok görmeden gidiyoruz. Yolumuz açık olsun.
Şu karanlık koridordan dümdüz devam ediyorsun şimdi.