Yağmur yağıyor, balıkçılar kahvesinde denizi izlerken. Korkunç haberler geliyor bir yandan, ölen askerler, çocuklar… Linç çeteleri sokağa salınıyor, Meclis tatilde, mülteci taşıyan botlar batıyor, ekonominin çatırdayan sesleri, futbol maçına ölen askerin çocuğu çıkartılıyor… Çocuk üzgün, bakışları sert, etrafında kahkahalarla atılan gole sevinenlerin ortasında yapayalnız… Bir sahnedeyiz sanki ve bu berbat ötesi oyundaki rolünü benimsemiş insanların sahteliği, gözümü korkutuyor.

Bana 90’lar, 6-7 Eylül gibi gelmiyor yaşananlar, yeni bir durum… Neresi yeni? Yakıp yıkıyorlar işte, yöntemler, söylenen sözler, atılan sloganlar bile aynı… İçinde yaşadığımız devlet yapısı, geçmişten günümüze sürekli olarak ikilikler yaratan asimetrik bir yapı, uygunsuz ve denetlenemez gördüklerini ayıklayarak yok etmeye ayarlanmış. Şimdi o yapı, bir zamanlar bizzat o mekanizmanın mağduru olduklarını söyleyenlerin elinde ve yine aynı şeyler oluyor. Ama aynı gelmiyor bana, bu başka bir şey… Çünkü o yapı, Gezi’den sonra eskisi gibi çalışamıyor, Karadeniz’i yağmalamak için yapılacak yolda, dozerlerin karşısına Havva Ana çıkıyor, ölen askerlerin anne babaları barış istiyor. İşte tam da bu işlemeyen mekanizmanın vereceği zarar, Ortadoğu’daki iç savaş rüzgârı üzerimizden eserken, çok daha büyük olabilir.

Denizde kopan fırtınaya bakarken içimde bir telaş yükseldikçe yükseliyor, dalgalar gibi. Her şeyden önce sakin olmam gerektiğini söylüyorum kendime. Yayına hazırladığım bir tarih kitabı var, günlerdir onunla uğraşıyorum. Tarihe uzaktan bakınca başka bir şey oluyor, bugün yaşananlara gelecekten bakınca göreceğimiz şey, ürkünç… Gökyüzünü kaplayan bulutlar gibi, içimi bazen umutsuzluk kaplıyor. Bu öyle bir umutsuzluk ki, insan canı yanarken ağlayacağına gülebilir. Derin bir ruhsal boşluk herkesi içine almış işliyor çünkü. Benliği boş bir kabuk haline dönüştüren bir boşluk… HDP binasını yaktık diye tweet atan üniversite öğrencisi genç kızın attığı diğer tweetlere bakınca, yaşadığı ruhsal boşluk, yüzeysellik ve değersizlik duygusu, bir korku filmine rahatlıkla malzeme olabilir, oluyor. Yarın o genç kız, gidip IŞİD’e de katılabilir, çünkü nefret ediyor bu hayattan, kendisinden. O nefreti, ona gösterilen herhangi bir şeye kusabilir, bir gün uyanıp parti binasını yaktığı gibi yaşadığı evi de yakabilir, yakıyor…

Bu eski korkulardan kurtulmak için bizim yeni düşlere ihtiyacımız var. Bloch’un dediği gibi “umut etmeyi” yeniden öğrenmemiz gerekiyor, tam da umutsuzluğun salgın bir hastalık gibi yayıldığı bu zamanda. “Umut İlkesi”nde Bloch, şu soruları soruyordu: “Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Ne bekliyoruz? Bizi bekleyen ne?” Kim olduğumuz, nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimizi bilmekle bulunacak bir şey. Nereden geldiğimizi de, bu topraklarda geçmişin izlerini takip ederek bulabiliriz ancak. Geçmişin karanlığında o kadar çok hayalet gizli ki, biz değil, o hayaletler yazdı ve yazıyor içinde olduğumuz tarihi… Bloch, “umut etmeyi öğrenme”nin temel meselemiz olması gerektiğini söylemişti, geçmişten gelip üzerimize çöken korkuyu başka türlü yenemeyeceğimizi. Çünkü umudun duygusu, insanın kendi içinden çıkmasının tek koşulu, daraltan içe dönük hedefler yerine, dışa dönük müttefikler bulmasını sağlıyordu. Bloch, “Bütün insanların yaşamını gündüz düşleri kateder boydan boya” diye de yazmıştı; o düşlerin çekirdeğinde umut etmek olduğu sürece, insanın halihazırdaki kötüye razı gelmeyeceğini, korkuya teslim olmayacağını… Sadece kendine yeten değil, her şeyle ilişkilenebilecek yeni deneyimler ve bilgiler bulup çıkarmak için, önce umut etmek gerek… Turgut Uyar’ın dizesini mırıldanıyorum sonra, yağan yağmura ve denize bakarak: “senindir ey sonsuzveren ne varsa hayat gibi / tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir…”