Karanlık bir zihnin karnavalı

Her kavramın bir tarihi vardır, karnavalın da. Geleneksel kültürlerde önemli eğlence ve kültür etkinliklerinden olan karnavallara niteliksel olarak baktığımızda bu alanların, halkın boş zamanlarını değerlendirmesinden ziyade yasakların askıya alındığı, otoriteye karşı özgürleştirici davranışlarda bulunabildiği, kural ihlallerine kahkahalar atılabildiği yerler olduğunu söyleyebiliriz. Toplumun her kesiminden insanı buluşturabilen karnavallar yakın dönemde her ne kadar eğlence sektörünün bir parçası gibi konumlansalar da, ışıklar içerisinde göz alsalar da her zaman için karanlık yanları vardır. Çünkü karnavalın tanımlanamaz doğası sebebiyle, o alanlarda kuralsızlık ve acayiplik olağanlaşmıştır. Deforme olmuş bedenlerin abartılı şekillerde sunumlarıyla oluşan grotesk imgelere gülme ve güldürme eylemi karnavalın ruhunun uğursuzluğunu ortaya koymaz mı sizce de? Umberto Eco’nun ‘Çirkinliğin Tarihi’ adlı eserinde karnavalların özelliklerinden bahsettiği kısmı hatırlarsınız; bedenin grotesk temsilleri, kutsal inançların parodileri ve müstehcenlik. Ayrıca, düşün alanına ‘karnavalesk’ kavramını sokan 20. yüzyıl Rus filozofu ve kuramcı Mihail Bakhtin'in ‘Dostoyevski Poetikasının Sorunları’ ve bu kavramı daha da geliştirdiği ‘Rabelais Ve Dünyası’ kitaplarını ileri okumalar yapmak isteyenlere tavsiye ederim.

DEL TORO’NUN LABİRENTLERİ

‘Kabus Sokağı’ (Nightmare Alley) filmi William Lindsay Gresham'ın 1946 tarihli bir romanına dayanıyor. O zamanın ismiyle 20th Century Fox’un haklarını satın aldığı romanın ilk uyarlaması aslında 1947’de, kendisi sessiz sinema döneminin yönetmenlerinden olan İngiliz senarist, yönetmen Edmund Goulding tarafından çekilmiş. Ardından romanın pek de başarılı olmayan bir müzikali, bir de İspanya’nın en büyük çizerlerinden olan Rodriguez’in üstadlarca pek beğenilmeyen çizgi romanı da bulunuyor. Bugün bu roman, Guillermo del Toro tarafından bir kez daha uyarlandı. ‘Suyun Sesi’ (The Shape of Water) filmi ile dört Oscar, iki Altın Küre ödülü gelince, Guillermo del Toro’nun Fox Searchlight’tan aldığı destek hızlandı ve güçlendi diyebiliriz. ‘Suyun Sesi’nden sonra, ünlü yönetmenin tüm gücü ve bağımsızlığıyla yarattığı ilk filmi olan ‘Kabus Sokağı’nın bu yıl da En İyi Film, Sinematografi, Kostüm Tasarımı, Yapım Tasarımı olmak üzere toplam dört dalda Akademi adaylığı bulunuyor.

ZİFİRİ KARANLIĞA DOĞRU

Diğer tüm filmlerinde olduğu gibi ‘Kabus Sokağı’ da çok iyi gözüken bir film. Peki Guillermo del Toro’nun en iyi filmi mi? Aslına bakarsanız bunun cevabı, Film Noir türüne dair izler taşıdığı için, benim için evet öyle. Ama ‘Suyun Sesi’ ve “Pan’ın Labirenti” filmlerinin daha çok beğenildiğini de biliyorum. Harika oyuncu performanslarının olduğu, zorlu yapım tasarımının mükemmel bir şekilde vücut bulduğu, ana karakterinin büyük bir zaman dilimine yayılan hikâyesiyle kendini bir anlamda epikleştirebilen bir film ‘Kabus Sokağı’. Stan’in (Bradley Cooper) ikinci kalite gezici bir karnavalda başlayan ve büyük bir dolandırıcıya dönüşerek başka alana taşınan hikâyesi anlatılıyor. Filmin her yeni perdesinin yani giriş, gelişme ve sonuç kısımlarına ait tüm perdelerinin sırayla daha da karanlıklaştığını görebiliyoruz. Ama bu karanlık zifirileştiğinde buradan kim sağ çıkacak ancak son perdede anlayabiliyoruz.

OTOBİYOGRAFİK NOİR

“O insan mı yoksa canavar mı?” diye sorduğumuz karnaval dünyasında ‘ucube’ diye tanıtılanların içinde bulunduğu kafese düşme ihtimalimiz ne kadar? Soruyu buradan soracak olursak filmin entelektüel açıdan doyurucu bir diyalektiği bulunuyor. Karakterin başladığı yere daha kötü bir formda geri dönmesiyle hikâye, ‘ucube’ olmak ile ‘insan’ olmak arasındaki ayrımın yükünü kader, özgür irade, yanlış seçimlerle doldurmuş gibi gözüküyor. Ancak bu film bana kalırsa orijinal romanın yazarının zihin otobiyografisiydi. Yani filmi değerlendirirken William Lindsay Gresham (1909-1962) hakkında bilgi sahibi olmak büyük önem taşıyor. Tek bir örnek vereyim şimdilik; Karnavaldan ziyarete gelen medyum Zeena’nın (Toni Collette) Stan’e açtığı tarot kartları ile filmin finali büyük oranda örtüşüyor. Zaten bu sahneden sonra kaçınılmaz olanı da seyirci beklemeye başlar. Yazar Gresham’ın, romanı yazarken psikanalizden uzaklaştığını ve bunun yerine tarota ilgi duyduğunu ve Rus yazar, ezoterik, filozof P.D. Ouspensky’den etkilendiğini de biliyoruz. Stan karakteri ile romanın yazarı arasındaki benzerlikler çok bariz. Yazarın eziyet altındaki zihninin içerisinde kaybolduğunu, ağır alkol sorunu yüzünden Adsız Alkoliklere katıldığını, spiritüalizm içinde kendini iyice kaybettiğini, hastalığının artarak onu kör ettiğini, sonunda dil kanseri olduğunu ve sonunda bir otel odasında intihar ettiğini biliyoruz. William Lindsay Gresham’ın cebinde adressiz, isimsiz, telefon numarasız onlarca kartvizit bulunduğunu da. Demem o ki insan, aynı hayatın kendisi gibi ve romandaki karakter gibi tamamlanmamış bir varlık. Sinemalarda izleme şansınız varken kaçırmayın derim.