Karanlık zamanlar… Tam da böyle zamanlarda karanlığa bir mum yakmak ve o mumun sönmesini engellemek için rüzgâra karşı durmak gerekir. Soluduğumuz havaya sinen şiddetten, umutsuzluk ve kederden sıyrılmanın tek çaresi, Simon Critchley’in “İmansızların İmanı”nda dile getirdiği gibi, cesaretle, incelikle, sabır ve merhametle, imkânsız gibi görünen her şeye inatla sarılmaya devam ederek… Ama yaktığımız mumun ışığında nerede olduğumuza, bize ne olduğuna bakmaz, bu topraklara egemen olan siyasetin o bıktırıcı yavan laflarının kaynağını ve hedefini, bizi ötekileştiren ve ötekileştirdiğimiz insanları görmezsek, hayal dünyamızda kaybolup gideriz.

Karanlık zamanlarda dünya ikiye bölünür; düşler ve gerçeklerin birbirinin yerine geçtiği, şiddetin korkuyla beslendiği, aklın delilikle imtihan edildiği… Levinas’ın dediği gibi, en önemli direniş, etik direniştir, direnişi olmayanın direnişi, güçsüzün gücüyle dünyanın değişeceğine inanmanın direnişi…

Bundan sonra ne olacağını bilmesem de, bu halkın neden kendisine karşı güçten ve güçlüden yana olduğunu tarihselliği içinde anlamanın zaruriyetini hissetmeden, karanlıktan çıkılamayacağını biliyorum.

Karanlık koyulaştığından beri havalar da iyice soğudu ve artık balığa çıkmak zorlaştı. Üst üste giydiğimiz kazaklar bile soğuktan titrememize engel değil; ama o titremeyi seviyorum ben, sonrasında avcumun içine aldığım sıcak çay dolu bardağın verdiği hissi… Bu ülkede yaşamak, tam da böyle bir şey aslında. Türkülerinden mi, havasından suyundan mı, çok kötü şeyler olsa bile, cılız da olsa bir umut kalıyor insanın içinde. Yani biz, bizleri ötekileştiren, yok etmeye çalışan bütün bu insanlar, gidiciyiz, kalıcı olan bu deniz, gökyüzü… Dünya, parçalar halinde sunulduğu için belki de bize, çaresizmişiz gibi hissediyoruz. Aldığımız bütün yaralar, yaptığımızı düşündüğümüz bütün hatalar, arzularımız, her şey toplumsallaşmış bir gerçeklikten kaynaklanıyor, tecrit edilmiş, kendi hayatımıza sürgün edilmiş olmamızın çaresizliğinden, bunu fark ederek çıkabiliriz ancak. O gerçekliğe, yani yaralarımıza yakından bakarak, tanıyarak… Yoksa, gazetelerin üçüncü sayfa haberleri gibi, zamandan ve toplumsallığından koparılmış bir süreksizlik içinde karanlığın içinde kaybolup gideriz.

Fırtına çıkıp dalgalar dalgakıranı döverken, yaşadığım bütün karanlık zamanlar da gözümün önüne geliyor birer birer… Hayata sımsıkı sarılmamı sağlayan şeylerden biri, uyandığım her sabah dünyaya ilk defa bakıyormuş gibi hissetmem belki de... Uyandığımda aynı şeyi görmüyordum, dünya ve ben sürekli değişiyorduk, birbirimizden ayrı değildik. Balıkçılar, kendilerini balıklardan ve denizden ayrı düşünmezler, belki de bu yüzden hakiki olanlarının bakışlarında o tuhaf huzur eksik olmaz hiç. Belki de romantize ediyorum her şeyi, dayanmamı kolaylaştırması için, belki de asıl sorun hayatımızdaki büyüleyici şeyleri görmemektir, doğar doğmaz insanların sırtlarına yüklenen koskoca bir suçluluk duygusunun ağırlığıyla değersizleştirilen hayatlardır belki de…

Karanlık zamanlar, bir dönem kapanıyorsa yaşanır; doğan her güneş, yeni bir güneştir, karanlıksa her zaman eski… Umut vermek için yazmıyorum bunları, dalgaların dalgakırana çarpışını izlerken çok iyi bildiğim bir şeyi hatırlıyorum sadece, umutsuzluğun umut gibi bir yanılsama olduğunu… Aslında deniz kenarında rüzgârın sayfalarını karıştırdığı defterime ne yazdığımı da tam bilmiyorum. Mutsuzlukları toplamadan, dondurulmuş karanlık zamanı kırmak için düşüncede ve eylemde bir bütünlüğün izini sürmek istiyorum yazarken. Dalgaların ve rüzgârın içine sızmak, içime sızmalarına izin vermek, soğuktan titrerken yudumladığım şu sıcak çay gibi…Gerçeklikten uzaklaşmak yerine, gerçekliğin içine saklanan hayalleri ortaya çıkararak... Oscar Wilde’ın dediği gibi, insan kendi ruhunun çilingiri olmak zorunda, karanlık zamanlarda yol gösterecek ışığı başka nasıl büyütebiliriz ki…