Karantina Alfabesi-2

Jandarma: J maddesini unutmadım ama geçen hafta yazacak bir şey bulamamıştım. Tabii, bazı kötü olaylardan sonra ‘Allah’ın lütfu’ diyenler gibi, biz koronavirüs için ‘Tanrının gazabı’ demiyoruz elbette! Tanrıdan değil çünkü, virüsün onunla ne ilgisi var? Fakat karantina sürdükçe neler çıkıyor, öyle şeyler yaşanıyor ki, alfabe değil, nehir roman yazılır. Yazılacaktır da. Dün okuduğum bir haber J maddesini yazmama vesile oldu. Marmaris Bozburun’da 65 yaş üstü bir yurttaş, 112 çağrı merkezini arayarak rakı siparişi vermiş! Gelen jandarma devriyesine 210 lira para vermiş, jandarma da 100’lük Yeni Rakı almış, 208.50 tl tutmuş, üstü olan 1.50 tl’yi de geri getirmiş. Bunları nereden biliyoruz? Elbette resmi olarak rakı almanın bir adabı yoksa da, bir tutanağı var, tutanaktan biliyoruz! Karantina günlerinde rakı, üstelik devlet eliyle, böylesine iki kere imbikten geçmiş derler, yarasın!

Online: Sonunda, hepimiz değilse de, çoğumuz online oldu, olduk. Tuhaf bir şey olduğunu söylemek gerek. 2 dönem online şiir atölyesi yaptım, ilgilisi ‘830 tl’yi hatırlar, hatırlatır! Hani şu, ‘herkes şiir yazabilir, yazmalı!’ diye de duyuru metni olan atölye. Neyse bir şair arkadaşımızın dediği gibi, ‘Köy yanarken deli saçını tarar’ durumu hasıl olmasın! Mesele şiir atölyesi filan değil zaten, online olmak. “İnsan ne oldum dememeli ne olacağım demeli!” sözünün tam ve güncel karşılığı aslında. Dünyada aklıma gelmezdi, ama ‘olmuş bulundum’ işte ben de! Üniversitede yarı zamanlı yürüttüğüm şiir, edebiyat ve düşünce derslerini online olarak anlatmaya başladım. Öğrenci arkadaşlardan biri, ‘Hocam böyle sarmadı beni!’ dedi. Ee sarmasın zaten, sosyal mesafe diye bir şey var değil mi?

Ölüm: Türkiye’nin en karanlık yıllarından 1993’te, gecelerce sayıklar gibi yazıp çekmeceme attığım, sonra da belki orada yok olmasını istediğim, fakat 6 yıl sonra, 17 Ağustos 1999 depreminin ardından bulduğum 40 kadar kağıttaki karalamaları okuyunca, “bu bir skandal!” demiş olmalıyım! Kitabın adını da Ölüm Bir Skandal koydum zaten. Uzun, koyu, ağır şiirler. Şiir de bazen bir skandal. O zaman cinayetler, yargısız infazlar, kayıplar, şeytan üçgenleri, köy boşaltmalar, ev baskınları, otel yakmalar…Sayması bile skandal! Ölüm bir kez daha skandal olacakmış meğer! Ölüm nedeni, biçimi, gömme biçimlerine baksanıza, her şey koştura koştura, ölümüzü atıp eve döneceğiz, evde kalacağız, hayatta kalacağız! Ölüm skandal ama yaşamak da delilikten farksız değil şimdilerde!

Park: Umreden gelenler, hacılar, antikapitalist demeyeceğim, diyemeyeceğim tabii ama, antikovidist olarak hayli anarşizan tavırlar sergilediler. Ah hacım, şimdiye dek nerdeydiniz, daha da önemlisi bundan sonra neredesiniz? Geçen haftanın karantina gündeminin ilk maddesi hacılardı bence, bu haftanınkiyse 65 yaş ve üstü yurttaşlar. Daha onlar için sokağa çıkma yasağı ilan edilmemişti, fakat özellikle çocuklar sokaklardan çekilince, parklar da bu ‘eski çocuk’lara kalmıştı! Onlar da hakkını verdiler haklarını yemeyelim! Kasketli, paltolu, yelekli, mintanlı, bıyıklı amcalar parklarda salıncaklara kuruldular, göğe doğru şöyle bir gittiler geldiler, belki biraz da rüzgârlı günlerini hatırladılar, sonra hava biraz esti, ne olur ne olmaz evlerine kaçtılar. Ama parkları şenlendirdiler ya, çok yaşasın ihtiyarlar!

Rakı: Okuyan da sanacak ki, tek derdim rakı! Severim tabii, içerim de. Eski, güzel günlerde… Güzel günler hep eskidir. Yakın arkadaşlarım Nilgün Marmara, Behçet Aysan, Süha Tuğtepe, Hulki Aktunç, Mevlüt Gülveren, Mehmet H. Doğan, babam Kel Hasan, Seyhan Erözçelik, Salih Ecer, Ahmet Erhan, Adnan Azar, küçük İskender ve karagözlü, incesözlü, güzelyüzlü, kardeşliğinvefası, vefalıkardeşim Halil buradayken daha çok içerdik, zira birlikte içerdik. Rakı yalnız özlenir, birlikte içilir. Yoksa niye içilsin ki? Kimin şarkısıydı, unuttum, ama eski şarkıları çok severim, çok da arabesk şarkı bilir ve dahi söylerim. ODTÜ Sosyoloji’de “Söylem Analizi” dersinde, 1978 miydi Orhan Tekelioğlu hocam, Arabesk Müzik üzerine çalışmıştım. Hem de ne çalışma, başka bir gün uzun uzun anlatırım. Hem de böyle kuru kuruya olmaz değil mi paşam, getir oradan biraz kavun, beyaz peynir… “İnan sen gittin gideli/boğazımda bir hıçkırık/bekliyorum her gün seni/elimdeki kadeh kırık/kadehim kırık…” Şükran Ay’ın kırgın ya da ‘güceniklik hissi’ veren sesindendi sanırım. Şimdi üç ayda bir 2 kadeh ancak içiyorum. Ama en çok karpuzu özledim, yaz deyince ilk karpuz gelir aklıma, babam ve kardeşim çok sevdiğinden belki. Salgın geçsin, yaz gelsin, karpuz çıksın, rakı da uzaktan dumanı görünen gemi gibi, buzunun incecik dumanıyla duyulur zaten. O zaman tüm sevdiklerimizin, yitiklerimizin şerefine içeriz elbette!

Salgın: Şöyle cümleler kurmak istiyorum: “Bu salgın geçer de…” Bir avunma yöntemi olarak cümle salgını. Kara cümle. Umut işte, aklımız gönlümüz hep sonrasında. Bu günler geçer, bu salgın geçer de ya sonrası? Sonra nasıl kendimize geliriz? Bu dilden nasıl kurtuluruz? Kazadan sağ çıkanlar, kurtulanlar bir daha hayata, kendilerine ve daha da önemlisi birbirlerine karşı nasıl olurlar? Bypass gibi bir şey olmalı. Her şey eskisinden farklı oluyormuş ya. Salgın, tuhaf bir kelime, kışkırtıcı. Bulaşıcı. Kışkırtıcı olan da bulaşıcı değil midir? Bu salgın geçerse…Tam bu cümleyi sürdürürken, akşam camilerde salgına karşı dua okunacağı haberini gördüm. Ee ne diyelim, kısmetse olur!

Şiir: “Hayatın tenha zamanında, karantinada buluştuk seninle” (Fatih Balkan), “Bir karanlık ki, kalp kalbi görmüyor” (Şule Birkan Şengün), “Korkuyorum burada unutulmaktan” (Cenk Tanova), “Aynı hüzünlü şarkıyı mı söyler bu kadar insan?” (Burcu Arslan), “Haneyi dört duvar sanma, gün gelir Çin’e dertlenirsin” (Ferhat Bakan), “Tecrit edilmiş düş sustukça susuyor kederli kafesinde” (Dilek Genel), “Köşe bucak bütün dünya, önüm arkam sağım solum karantina” (Ayşe Şafak Kanca), “Varlığımızı soluyor yine o eski günler gibi duvarlar” (Seçil Hidayet Öztürk), “Sözlerim temmuz sütü, kesiliyor” (Ayça Erdura), “Herkes kendi gürültüsünde” (Canan Çelik), “Koşar ardından huzur, burkulur ruhun direnişi” (Eser Ceran Erdi), “Ortaçağ artığı günahlarınız bayım bulaştı kapılarımızın eşiğine dek” (Süleyman İleri), “Yaşlı bir dolap gibi kapatıldı bahar güneşine hasret içimdeki saklı tarih” (Abbas Eyel), “Korona ve dünya bende çok uzuyor çooook” (Şirin Bilgütay), “Panik yok, umulmayanı ummak iklimindeyiz” (Engin Turgut), “Sessizliğimin boşluğunda avunuyor tüm kuşlar” (Elem Erk ), “Zifiri bir karanlık indi bütün rengiyle” (Mualla Alpaydın), “Kendime sonsuz bir ev yaptım, sıradağlara dokundum”(Saniye Kısakürek), “Sokaklara taşamadığımda anladım hayatımın tenha sığlığını” (Murat Serdar), “Bütün bozgunlar açığa çıkıyor kargaşayla kurduğum intizam” (Arzu Tanrıverdi), “Yalnızım. Demek ki iki kişiyiz.” (Mustafa Torun), “Karantinalı değil karanfilli bir gök, öyle boyunca” (Muhammet Erdevir), “Ölüm çemberi dokunmadın, yorulmadın mı uzaklıktan, alıştım beni bulaştır” (Zeynep Yolcu), “Nedense ancak ölümün tehdidi ile çevirebildim gözlerimi acımasız gerçeğe” (Fulya Eyilik).

Teselli: “Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile/Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle. /Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan/Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan/ Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.” Bu da bizim gotik şiirimiz, Yahya Kemal’in ‘rindane’ üçlemesinden biri olan “Rindlerin Akşamı”ndan.

Uçak: “Şimdi İstanbul’da olmak vardı…” diye başlayan şarkıyı her yere, her şeye uyarlayabileceğimiz zamanlardayız. Bütün dünya kanıyor, kan ağlıyor. Gezmeyi, dolaşmayı en çok sevdiğimiz ülkeler tarumar olmuş, İtalya, İspanya, “Badel harab ül Basra” durumunda. Sabah, sanki uçağa yetişecekmişim gibi bir sevinçli telaş içinde uyandım. Tren yolculuğunu hiçbir şeye değişmem ya, uçağın keyfi de başka. Yüzyıl başında Türkiye’den Batı'ya giden edipler, muharrirler, hocalar, uçak yolculuğu şimdiki gibi kolay olmadığı, uçak da fazla olmadığı, olsa da her bütçeye konmadığı için, vapurla gitmeyi yeğlerlermiş.

Yakup Kadri’den, Necip Fazıl’a, Attila İlhan’dan başkalarına, pek çok edebiyatçının hatıratında uzun uzun anlatılır. Ee zaten uzun uzun da gidilirmiş.

Fransa’ya, yani Paris’e gitmek için vapurla önce Marsilya’ya gidilirmiş artık kaç günlük deniz yolculuğuysa! Oradan da ver elini mon amour Paris! Yapmak isterdim öyle bir yolculuk, ama ben şimdi “Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi” demek istiyorum doktor! Şimdi uçmak vardı!

Üzgün: Kendi derdimize düşüp en yakınlarımızı unutmak olmaz! Kedileri, köpekleri, kuşları martın insafına ve karantinanın yalnızlığına terk etmeyelim, sularını, mamalarını, yemlerini, yiyeceklerini ihmal etmeyelim. Biz de hayvanız onlar da, hepimiz ‘can’ız, ‘insanlık’ yapmayalım!

Veba: Bugünlerde en çok okumayı istediğim kitap adından da anlayacağınız gibi vebayla ilgili, fakat Albert Camus’nun Veba’sı değil. Orhan Pamuk’un Veba Geceleri. Doğrusu veba, batıda görülen bir salgın olmasına karşın, kitabın adı hayli oryantal. Sanki olay Mısır’da, Beyrut’ta, Bağdat’ta geçiyor gibi, hepsinin de eski hallerinden söz ediyorum elbette! Karantina günleri biter bitmez okumak istediğim ilk kitap Veba Geceleri. Veba ile veda arasındaki ses benzerliği de bir tesadüf mü acaba? Öyle bile olsa, birbirinin yerine geçebilecek bir keder taşıyor ikisi de…Bu bahsi tam kapatıyordum ki Haluk Bilginer’in tivitini gördüm: “Veba salgınının karantina günlerinde Newton, yerçekimi kavramını kaçtığı çiftlik evindeki elma ağacını gözlemleyerek kaleme almıştı. Shakespeare ise Kral Lear, Macbeth ve Kleopatra’yı bu dönemde yazdı.”

Yaşlı: Baba olduğumda 52 yaşındaydım. Hiç farkında değildim. Daha doğrusu babalık için hayli geç bir yaş olduğunun farkına varmam için parka gitmem gerekti! Kızım Nar’ı hemen evin yanındaki Cihangir Parkı’na götürüyordum, 12 yıl olmuş. Sakallarım beyazlamaya başlamıştı ama hala gürdü! Nar’ı tahteravalliye, kaydırağa, salıncağa bindiriyordum, oynuyorduk, bazen düşe kalka yürümeye çalışıyordu o. Parkta da yaşlı sandığım bazı adamlar, ‘muhterem, torun sevgisi ne güzel bir şey’ diyorlardı, ben de ‘ya ya öyle olmalı!’ diyordum.
Yazının devamı www.birgun.net'te