“Karantina günlerinde en değerli hazinemiz çocukluğumuz”

Safiye Ateş

‘’Ben de ayakkabı istiyorum‘’ diye tutturdu. Arkadaşıma yeni gıcır gıcır bir ayakkabı aldılar. Ayağına giydi koştu yürüdü olmadı.’’ Ben bunlardan değil Cennet’in eşeğinin ayakkabısından istiyoruuum!’’ diye bağırdı.’’ Yürüdükçe tak tak diye ses çıkaran eşeğin ayakkabılarından istiyorum, benim ayakkabılarımda öyle ses çıkarsııın’’ diye ağlarken herkes kahkahaya boğulmuş, eşeğin ayakkabısı olmadığı konusunda onu bir türlü ikna edemiyorlardı…

Karantina günlerinde çocukluğumuza sarılıyoruz. Anılarımızın büyülü bahçelerinde bir gün çobanın eşeğine, bir gün balık tuttuğumuz nehre, bir gün oyuna dalıp dağlarda kaybettiğimiz koyunların heyecanlı arayışına tutunuyor, çocuklarımızı bu anılarla keyiflendirip, yemek masasında, büyük bir sohbet kasesinin içinde rengarenk bir yemiş gibi çocukluğumuzu çocuklarımıza sunuyoruz. Acaba diyorum bizim çocuklar çocuklarına neler anlatacak, onların çocukluk heybelerinde, sohbet kaselerinde neler olacak? Eşim gülüyor ve diyor ki bu gidişle benim ve senin çocukluğunu çocuklarına anlatacaklar. Yani yaşamadan sadece dinledikleri bir anıyı anlatmak çocuklarına, şimdi onların bizden dinledikleri anıların hissettirdiği coşkuyu, o anın içinde olmayı yaşatacak mı bilmiyorum.

Doğanın beşiğinde paylaşmayı, bölüşmeyi, çekişmeyi beklemeyi, anlamayı, dinlemeyi; sorgulamayı, soruşturmayı, kurcalamayı , deşelemeyi; umut etmeyi , hayal kurmayı , düşünmeyi ; gülmeyi, ağlamayı, kavgayı ve barışı; soluksuz oynamayı , keşfetmeyi, kendiliğinden öğrendiğimiz ve bu öğrenmelerin doğanın ritmine uygun şekillendiği çocukluğumuz uçsuz bucaksız bir okyanusta türlü türlü deniz canlısı olmak gibiydi. Her duygu ve düşünüyle bütün hücrelerimize işleyen, içinde ki bütün unsurlarıyla rengarenk bir okyanustu çocukluğumuz.

Ben çocukken çocuklar, siz yokken benim bir divanım vardı. Soğuk kış günlerinde üzerinde akşama kadar oturduğum, okuduğum, yazdığım, müzik dinlediğim akşamları da yatağa dönüşen sihirli bir divan. Aynı zamanda o divanın altı evimizin içinde farklı dünyalara açılan bir kapıydı; adeta süslü püslü bir geçitti. Divanın fırfırlı eteğinin altında genelde eski bir valizin içine konulmuş giysilerim dururdu. Giysi dolabım bu valizdi. Oyun alanıma göre giysi valizim bir sağa, bir sola, bir öne, bir arkaya gider gelirdi. Hayal gücümü sınırlandıracak, dikkatimi dağıtacak, sayısını bilmediğim ya da kaybettiğimde hatırlamadığım kadar çok oyuncağım hiç olmadı. Tek tek bütün oyuncaklarımı bilir, kardeşlerimden biri alıp gitmişse peşine düşer, arar tarar bulurdum onu. Aynı durum giysilerim için de geçerliydi. Divanın altında ki hazinem; birden onlarca hayali oyun ve oyuncak ürettiğim, çoğu doğanın armağanı minik parçacıklardı. Çocuk odası, çocuk mobilyaları, dolapları, komodinleri, perdeleri, halısı, oyun köşeleri ve birilerinin seçtiği ayırdığı, ayrıştırdığı renklere sıkışmamışken, biz çocukken, siz daha yokken anne ve babaları kimse daha bu kadar fazla kandırmamışken , çok oynayıp, çokça gülmüşken , çok hata yapıp, fazlasıyla kırılmışken, çok deneyip hiç yılmamışken, biz çocukken çocuklar, siz yokken biz sizlere anılar biriktirdik, bu karantina günlerinde işte o anılarla yemek masasında tatlı, tuzlu, ekşi, acı yemişler koyduk sohbet kasemizin içine.

Karantina günlerinde birçok anne baba çocukları ile daha çok vakit geçirme fırsatı buldu. Ritimlerimiz ister istemez yavaşladı. Paldır küldür, son sürat yaşadığımız anne babalığımızın gaz pedalından ayağımızı çekip, çocuklarımıza, onların küçük ayaklarına, parmaklarına uygun hızı arayıp metronomumuzu ona göre ayarlıyoruz. Bugünlerde hala ne yapmamız, ne etmememiz gerektiğini söyleyen, çocuğumuzla geçireceğimiz ev hallerimize dair ‘’kaliteli ‘’ zaman önerileri, örnekleri sunan sosyal medya konu komşuları ve çok etiketli ‘’uzmanları’’ bizleri zorlasa da bir çoğumuz bir süre sonra bu tuzaktan kendimizi kurtarıyor, evin olağan akışına kendimizi bırakıyoruz. Evde kaldığımız bu günlerde çocuklarıyla daha çok vakit geçiren onları gözlemleyen ebeveynlerden çocuklarını etiketleyen onlarca söz duyuyorum. Çok yaramaz , hiperaktif, dürtüsel, sinirli, dikkati eksik ve davranış problemlerine ilişkin sıraladıkları kendilerince tanıladıkları onlarca örnek ve dahası…

Çocuklarımız yokken, biz varken, biz daha çocukken ve onların yaşındayken, bir buğday tarlasında koşarken, o an bize uçsuz bucaksız gibi gelen sarı başakların içinde minicik kollarımızı ve bacaklarımızı başakların kılçıkları yalarken, işte biz çocukken dünyamız dört duvarın arasında ve ekranlara hapsolmamışken, şen kahkahalarımız arasında suyun, toprağın ve çamurun oyunlarımızda anlamı varken, hayvanlar dostumuz ve doğa rehberimizken, bu tanıların hiç biri yoktu, Biz çocukken, siz yokken koşmak, zıplamak, düşmek, kırmak, bağırmak, ağlamak, denemek , deneyimlemek, araştırmak, keşfetmek henüz suç değilken, biz çocukken, siz yokken ‘’Aman Canım çocuk bunlar normal!’’ derlerken ,kimsenin gözüne bu kadar batmazken, her şey olağan akışındayken, sokakta, ormanda , bozkırda, dağda, bayırda, çayırda biz çocukken, siz yokken, çocuklar için hayat bu kadar zorlaşmamışken …

Biz çocukken Çocuklar, siz yokken, bir ekmek arasının hatırı, komşuların çocukları ve kuzenlerimiz varken; yani biz çocukken Çocuklar, siz yokken, sizin türlü türlü ayakkabılarınız, elbiseleriniz, oyuncaklarınız ve tutsaklığınız bizde yokken ama bizde kocaman bir hayat ve özgürlük varken, işte o günlerden çocuklar size aklımızda ve yüreğimizde, sohbet kaselerimizin içinde, dinlerken bile sizleri heyecanlandıracak, biz çocukken yaşadığımız yüzlerce anıyla, en değerli hazinemizi çocukluğumuzu getirdik.