“Karartma Geceleri” Rıfat Ilgaz’ın özel yapıtlarından biridir. Özel bir dönemin özel bir romanı.

“Karartma Geceleri” Rıfat Ilgaz’ın özel yapıtlarından biridir. Özel bir dönemin özel bir romanı. Bir yandan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle uygulanan gece karartmaları, bir yandan da kırklı yılların karanlığı. Avrupa’da yükselen faşizmin ülkemize de doğrudan etkisiyle yoğunlaşan toplumsal karanlık.
     
Karartma Geceleri, dönemin özel ve bilinen koşullarını ustalıkla işlemiş olması ile doğru yerde duran bir roman. Derin acılar, ekmekteki tuz gibi metnin içinde görünmez durur ve acı bir tat verir.  Ancak hepsi bu kadar değil; bu adlandırmanın başka alt anlamları var: Karatma ve gece bir içe kapanış halini çağrıştırır. Dış tehlikeye karşı içe kapanış. Kaynağı siyasal iktidarın güncelinden kaynaklanan, geniş bir toplumsal kesimden gelen ve militarist tehlike karşısında bireysel bir sakınım. Kişisellikle ilgili bir içe kapanış. Hatta kopuş. Dışarıdan kopuş.
     
“Karartma” şimdiki zaman için aslında çok uzak bir kavram. Bu siber çağda eski bir romantizm gibi. Ancak, başka bir karartma ile sıklıkla karşılaşınca, Rıfat Ilgaz’ın adlandırmasındaki “karartma” kısmının iyice koyulaştırıldığını düşünüyorum.
     
Söz konusu olan, her gün tanık olduğumuz ideolojik bir karartma! Üstelik metaforla mecazla değil, doğrudan yapılan bir derin karartma. Gün ışığında, yazıyla gerçekleştirilen bir karanlık eylem!      
     
Ana akım akademik ve yazar çevrelerinin Türkiye’nin modernite macerasına yönelttikleri ağır eleştirilere ve yerinde değerlendirmelere bir itirazım yok. Çekincelerim bir yana, çoğuna katılırım. Ancak, eleştirilene alternatif olarak, 2001’ de iktidara gelen toplumsal dinamiğin yüceltilmesi ve doğrulanması arkadan gelince, teori ve pratik arasındaki çatlak ortaya çıkıyor. Bu çatlak, öyle büyük bir çatlak ki, çatlak değil uçurum. Cemil Meriç’in çukur benzetmesinden öte bir uçurum. Özetle deniyor ki, cumhuriyet anlayışının/aktörlerinin modernite ve kimlik tasarım/tasarruflarının hülasasında, üstten elitist, dayatmacı bir yaklaşım temel olmuştur. Bu yaklaşım, geçmişle gelecek arasındaki toplumsal, kültürel, tarihsel sürekliliği kırmıştır. Şimdi ise, işler olması gereken toplumsal kanalda akmaya yönelmiştir. Yani denmek isteniyor ki;1923 Cumhuriyet süreci yanlıştı, yaratılan yeni statüko, olması gereken “doğru modernite” olarak kabul edilmek gerekir… İyi, bu bir görüştür.
     
İyi de, eleştirilen yanlış modernite ve yanlış kimlik inşası yerine, doğru toplumsal dinamikler olarak kabul edilen yeni durum, doğrudan mevcut iktidarı işaret ediyor. Türkiye’nin yanlış modernite ve kimlik inşası sürecinden neyse ki dönülmüştür, deniyor. Yani bir iktidar aklaması yapılıyor. Aslında yapılan temelde bir ideolojik karartma. Çünkü, eskinin eleştirilmesi son derece doğru iken, yeninin eleştirilmeden mutlak doğru gibi kabul edilmesi ve sunulması o denli yanlıştır. Çünkü doğrulayıp, olumladıkları “yeni” figürler,  akademik metinlerindeki tipolojiden çok uzak bir pratik sergilemekte.
     
Bu çevrelere, yeni statüyü temsil edenlerin resmi toplantılarda doğaçlama konuşmalarını dinlemelerini öneririm. Ben İ.Ü. Hukuk Fakültesi mezuniyet töreninde Hayati Yazıcıyı dinledim. Öyle bir yeni/statüko temsilcisi ki, tek parti döneminin İzmir Belediye Başkanı general Kazım Dirik’i geride bırakıyor. O başkan ki, İzmir’de, köye benziyor diye bulvarlardaki çınarları kestiren bir “modernite” mümessiliydi. Yeni modernite mümessilleri değil çınarları kesmek memleket ormanlar için büyük tehlike.
    
Karartma gecelerinin gündüzleri bir nebze o aydınlıktı. O aydınlık gündüzlerde  “sınıf” şiire girince, komünizm propagandası yapılıyor diye şaire dava ile çullanılmıştı. O acılar şimdi naif bir anı gibi. Şimdinin karanlığı ve karatmaları da dileyelim, gelecekte için öyle olsun!
 
Haftanın laneti; Beş tutukluyu cezaevinde yakan sorumsuzlara, en tepesinden en dibindekine binlerce lanet!