Filmin adını koyarak uğraştığı kavramlar var: Güven, dayanışma, yardımlaşma gibi kavramların modern İsveç toplumundaki izdüşümleri diyebiliriz bunlara

Kare: ‘Kavram’sal ve ‘Mavra’msal bir film

Ruben Östlund’un, Cannes’da bu yıl Altın Palmiye kazanan filmi “Kare” için bir tür belirlemeye çalışsak herhalde kavramsal film demek çok aykırı kaçmaz. Filmin adını koyarak uğraştığı kavramlar var: güven, dayanışma, yardımlaşma gibi kavramların modern İsveç toplumundaki izdüşümleri diyebiliriz bunlara. Öte yandan Kare filmi kavramsal sanata bodoslamadan saldıran bir film. Filmin kendisi kavramsal bir sanat eseri olduğu için filmin tüketicileri de kavramsal sanat tüketicileriyle akraba bir kitle, yani art-house (sanat sineması) sinema kitlesi. Bu kitle de eleştiriden nasibini alıyor, maymundan tek farklarının takım elbise giyiyor olmaları deniyor.

O zaman bizim de şunu söylememizde çok da sakınca yok: Ruben Östlund, oldukça yüzeysel biçimde eleştirdiği kavramsal sanatçılardan ayrılan bir niteliğe sahip değil. Yaptığı eleştirilerde ne bir derinlik var ne de daha önce görmediğimiz bir yenilik. Tartıştığı kavramlar zaten mesela Haneke tarafından yıllardır tartışılıyor. Haneke ve Östlund nihayetinde kapitalist topluma ahlaki bir eleştiri getiriyorlar. Bu yüzden ders veren bir halleri de var. Östlund’un filmlerini Haneke’den ayıran şey ise ironi. Haneke son derece ciddiyken, Östlund kıs kıs gülüyor ve güldürmeye de çalışıyor. Bir sürü maymunluk yapıyor seyircisini güldürmek için. Bunuel’in El Angel Exterminador’unda (Yokedici Melek) evde dolaşan ama kimsenin varlık nedenini sorgulamadığı ayı gibi, bir evin içine koca bir şebek koyuveriyor.

Östlund, yüzeysellik açısından benzediği kavramsal sanatçılardan, bu “pop” yanıyla ayrılıyor. Bir olay örgüsü olmayan bu 2,5 saatlik film bir şekilde kendisini sonuna kadar seyrettiriyor ve kolay hazmediliyor. Östlund kendisini ne derece ciddiye alıyor bilemiyorum ama bence Kare çok da ciddiye alınacak bir film değil. Hoş, Cannes jürisi Altın Palmiye’yi verirken filmi herhalde ciddiye aldı ama Kare’yi gelecek senelerde pek de hatırlamayacağız. Belki bir sahnesi hariç: Müzenin destekçilerine verilen yemeğe yine açıklanamaz bir şekilde davet edilmiş olan bir performans sanatçısının, kontrol dışına çıkıp vahşi bir maymuna dönüştüğü ve tehlikeli olduğu sahne geriyor seyirciyi. Zaten filmin afişine de bu sahneden bir fotoğraf konulmuş.

Oysa filmi baştan sona sürükleyen karakter o değil. Filmin asıl karakteri bir müze yöneticisi olan Christian (Claes Bang). Bang, rolünü çok başarıyla canlandırıyor. Film nihayetinde Christian’ın düşüşüne yol açan bir olaylar silsilesinden ibaret. Bu olaylar Christian ve çevresinin yardımseverliğini, empatisini, kısacası insanlığını test ediyor. Bu olayların bazıları, gerçekçilik açısından değerlendirdiğimizde pek inandırıcı değil. Ama film zaten gerçekçilik, gerçeküstücülük gibi türler arasında serbestçe dolaşıyor. Bize söylediği, bizden adam olmazdan ibaret. Neyse ki bunu da dalga geçer bir tarzda söylüyor. Kavramsal sanatını “mavra”msal bir biçimde servis ediyor.

Filmde, son zamanların yükselen yıldızı Elisabeth Moss da küçük bir rolde parlıyor. Bu yıl yapılan en iyi film bu değildir diye umuyorum.