KARGA

Bir haftadır yarı ölü gibi dolaşıyorum. Hayatımızın ortasına düşen bombadan sonra hepimiz biraz öldük çünkü. Bazılarımız öldüğünün farkında bile değil. Belki de en fenası bu. Herhalde en fenası bu.

Bu dolaşmalardan birinde, Tophane Parkı’nın önünden geçiyordum. Gözüm parkın duvarına oturmuş üstü başı dökülen bir adama takıldı. Bir kargayı önüne almış onunla konuşuyordu. “N’aber lan karga? İyi misin?” diye sordu ona. “Ben hiç iyi değilim,” diye konuşmaya devam etti sonra. Sesini iyice ufalttığı için daha neler söylediğini duyamadım. Galiba ağlıyordu. Utandırmamak için yürüyüp gittim. Adam arkamda küçücük kaldı. Elinde simidi, önünde kargasıyla.

Bu hafta hiçbirimiz iyi değildik. Okuduklarımız, izlediklerimiz, sosyal medyada gördüklerimizin ağırlığı altında ezilip kaldık. En fenası da, bu kadar büyük bir acının karşısında bile birleşemeyen ve kaybettiklerimizin yasını tutmayı bile beceremeyen bir halk olduğumuzu yüzümüze vuran olaylardı. Hepsini burada tek tek yazmayacağım. Tekrar etmeye gerek yok. Zaten biliyorsunuz.

Gerçekten çok zor bir haftaydı. Çoğu kişi gibi ben de isyan, utanç ve derin bir keder arasında gidip geldim. Yas dalga dalga vuruyordu. Okula gitmek ve öğrencilerin karşısına çıkmak gerekiyordu. En çok bundan korktum. Öğrencilerimin umudumun azaldığını sezeceklerinden endişe ettim. Onların karşısına çıkınca kendi kederimle yüzleşmek de vardı işin içinde. Ama onlar her gördükleri yerde sarıldılar bana. Tıpkı birbirlerine sarıldıkları gibi. Birbirlerinin yanında durdukları gibi, bizim yanımızda da durdular. Birlikte anma törenleri, açık dersler, sessiz yürüyüşler yaptık. Hepsinde inançlı, dirayetli ve umutluydular. Açık kalplilikle anlattılar kendilerini. Umutlarını yitirmediklerini söylediler. Geleceğe dair inançlarını kaybetmediklerinden söz ettiler. Bu yolun uzun bir yol olduğunu, daha gidilecek çok yer olduğunu hatırlattılar.

Bu büyük felaket hepsinin üzerinde bir iz bırakmıştı. Ama hiçbiri sesini yükseltmedi, herkes birbirini sessizce dinledi. Hikayelerini anlatırken samimi ve açık sözlüydüler. Biri kalkıp dedi ki: Beni onyedi yaşındayken tanısaydınız bu ırkçının tekidir derdiniz. Muhtemelen benimle konuşmazdınız bile. Ama şimdi bambaşka biri oldum. Benim gibi olmayanların hayatını önemsiyorum. Demek ki insanlar dönüşebiliyor. O zaman anlatmaya devam etmek lazım. Umudumuzu yitirmemeliyiz. Başka biri, muhafazakar bir ailenin çocuğu olduğunu söyledi. Ankara’da yaşananlar karşısında kendi ailesinin hissettiklerini anlattı bize. Bunu yaparak, medyada dönüp duran duyarsızlık ve düşmanlık hikayelerinin yarattığı bulanık suları terk etmemizi sağladı ve bu çok hassas meseleyi insani bir yerden tutarak konuşulabilir hale getirdi. Bir diğeri, Meryem Anne’yi anlattı bize. Onu tanıdığını, bir keresinde elini tutup konuştuğunu söyledi. Bir Cumartesi Annesi olan ve bütün hayatını haksızlıklarla mücadele etmeye adayan bu yaşlı Kürt kadınının direnme gücünden ilham almamız gerektiğini hatırlattı. Oğlundan haber alamadığı yirmi yıl boyunca, toplumda yok sayılan ve ezilen her kesim için sokağa çıkmış, Ermeniler, Aleviler, işçiler, faili meçhuller, cezaevindeki hasta tutsaklar ve en çok da barış için yürümüş Meryem Bulut’u tanımayanlar, onun Ankara’daki saldırıda öldüğünü bilmeyenler vardı salonda. Böylece onlar da öğrenmiş oldular. Birlikte Meryem Anne için gözyaşı döktük.

Acılar paylaşınca eksilir, diyor bir Alevi duası. Bu hafta acılarımızı paylaşmaya çalıştık. Yas tutmanın bile bu memlekette bir ayrıcalık olduğunu bilerek yaptık bunu. İnsanların ölülerini gömemediği, cenazelerini teslim alamadığı bir ülkede yas tutuyor olmanın ağırlığıyla yürüdük. Türkiye katliamlar ülkesi olmayacak dedik hep birlikte. Öğrencilerimin yüzlerine baktıkça buna daha çok inandım. Onların birbirlerini dinlemek konusundaki isteklerini gördükçe, kendilerini ifade etmek için gösterdikleri çabaya tanık oldukça umudum arttı.

Gezi’nin hemen ertesinde, “Bizi düşmanlar arasında yaşadığımıza inandırdılar. Yalnız olduğumuzu düşünmemizi istediler. Bize yaptıkları en büyük kötülük budur. Bunu hiç unutmayalım,” yazmışım. Bir öğrencim yazının bu bölümünü alıntılayıp bana yollamış. “Biz unutmadık, siz de unutmayın hocam,” diye bir de not düşmüş altına.

Bu hafta hayatımın en zor haftalarından biriydi. Beni dinleyecek bir karga bulsam ben de konuşurdum belki. İyi değildim yani. Şimdi bunları yazarken de iyi değilim. Ama öğrencilerim bana umudumu yitirmemem gerektiğini hatırlattılar. Bunun için onlara minnettarım. Burası bizim ülkemiz, dediler bana. Kimsenin bize aksini söylemesine izin vermeyelim. Bu ülke barış için meydanlara çıkanların, hiç tanımadığı insanlar için hayatını tehlikeye atanların, polis gaz sıkarken kalp masajı yapmaya çalışanların, en çok da Meryem Anne gibi yürüye yürüye kalplerimizde iz bırakanların ülkesi.

Ben bir daha unutmayacağım. Siz de unutmayın.