Bazı kitaplar vardır, hayatınızın bir dönemiyle özdeşleşir, hatta hayatınızın o dönemine şekil verdikleri bile söylenebilir. Geçmişteki bir ânı 

Bazı kitaplar vardır, hayatınızın bir dönemiyle özdeşleşir, hatta hayatınızın o dönemine şekil verdikleri bile söylenebilir. Geçmişteki bir ânı  anımsadığınızda, o âna dair fotoğrafın bir yerinde o kitap gözünüze ileşir. Belki o ana dair çok şey anımsamazsınız, ama fotoğrafın bir köşesinde sessizce duran o kitap, birden konuşmaya başlar. Okuduğunuz her cümle, sizi kayıp anılarınızın başka bir boyutuna götürür ve her şeyi anımsamaya başlarsınız. İşte, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı, benim için öyle bir kitap. Yaşadığım dönemin özelliklerine uygun olarak o kitaba başka kitaplar da ekleyebilirim. Örneğin Paul Nizan’ın “Fesat”ı, Philippe Djian’ın “Betty Blue”su, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı, Hermann Melville’in “Katip Bartleby”si, Hulki Aktunç’un “Bir Çağ Yangını” romanı... Liste böyle uzar gider. Arada, “Bulgaristan Sendikacılık Tarihi” gibi, gerçekte alakasız gibi görünen kitaplar da vardır o listede... Ya da Roland Barhes’ın “Bir Aşk Söyleminden Parçalar”ı okuduğum zamanları düşündüğümde, içime sevinçle karışık bir hüzün dolar...
YKY, “Aylak Adam”ın 50. yılını, özel bir baskıyla kutluyor bugünlerde... Yeni baskısını  alıp eve döndüğümde, edebiyat tarihimizin belki de en ilginç  ve gizemli yazarlarından birisi olan Yusuf Atılgan’ın bu özel kitabının sayfalarını çevirdikçe, bir anılar denizinde kayboldum... Bu kitabı okuduğum zamanlar, Beyoğlu, henüz şu an yaşadığı değişimi tamamlamamıştı. Fransız Kültür Merkezi’nin çay ocağı herkese açıktı o zamanlar. Genç edebiyatçılar olarak orada toplanır, çay ve tost eşliğinde yazdığımız ya da yazacağımız yapıtları konuşurduk. Ya da Boğaz’a nâzır “Cennet Bahçesi” de halka açıktı o zamanlar. Özellikle sonbaharda, dökülen yaprakların masa ve sandalyeleri örttüğü o sessizlikte buluşur, hayaller kurardık. İşte “Aylak Adam”, o günlerin bir parçasıydı benim için. Öğrenci olduğumuz için, yarı-aylak sayılırdık ve hepimizin aklında büyük ve gizemli bir soruydu “gerçek aşk”... 
Barthes, “yazarların ve yazmanların” sıklıkla birbirine karıştırıldığını, ama gerçekte birbirinden tamamen farklı olduğunu söyler bir yazısında. Örneğin, yazarlar için, “öğreti” ve “tanıklık”, yasaklı bölgelerdir. Onlar, düşünce pazarlamak ya da bir düşünceyi yaymak için çabalamazlar. Dünyasının “niçin”ini, “nasıl yazılmalı”da eritmek isteyen kişilerdir yazarlar. Yazmanlar ise, bir ideolojiye ya da bir şirkete kolayca bağlanabilir varlıkları, bağlandıkları o şeyin var olduğu dönemle sınırlı kalırken, yazarlarsa varoluşlarını yapıtlarının dünyaya sorduğu soruların gücüyle sürdürürler. Barthes, yazmanlığı küçümsemez; hem yazar, hem de yazman olmak zorunda kalınabilir çünkü... Hatta bu, bazen bir zorunluluk da olabilir. Ama Barthes, bu iki yazma ediminin birbirinden farklı olduğunu ve birbirine karıştırılmaması gerektiğinin altını çizer. Özellikle piyasa şartlarında yazarların daha çok yazmanlığa zorlandığı günümüzde, bu ayrım üzerinde belki de daha çok durmak gerek. 
Yusuf Atılgan, bir yazardı. Arkasında sadece üç roman, üç öykü kitabı ve çeviriler bırakan biri olarak, edebiyat tarihimizde kendisine güçlü bir yer edinmiş olmasını, yapıtlarının sorduğu sorularda ve anlatımının gücünde aramak gerek. 
 “Aylak Adam”  için, “romanın kahramanı C.’nin gerçek aşkı arama serüveni etrafında, gündelik hayatın eleştirisini yapmaktadır” diyebiliriz. Ama sadece öyle midir?  Sadece bu mudur “Aylak Adam”? Güçlü yapıtları güçlü yapan, onları sadece tek bir boyuta sığdırmanın olanaksızlığıdır aslında. Hiçbir zaman tam olarak açıklanamaz oluşları, onları zamanın içine yayar. Her okuma, başka bir okumaya dönüşür, ve her yanıt bir soruya... 
Her sinemadan çıkışımda, “Aylak Adam”ın şu tespitini anımsarım: “Çağımızda geçmiş  yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor: Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” Sonra da, bu durumu değiştirmek için bir öneri yapar “Aylak Adam”: “Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün, dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar...”
Gerçekten işe yarar mıydı  bu, bilmiyorum. Ama o “beş-on dakikalık” canlıları gördükçe, olabilir diye içimden geçirmedim değil. Aslında o “beş-on dakikalık” canlıların daha uzun ömrlü olanları da var. “Beş-on yıllık”, “yirmi-otuz yıllık” ve az da olsa “bir ömürlük”... Sanki devasa bir sinema salonu içinde yaşamış gibi olan bu insanları, “bir ömürlük” canlı yapan iksirin ne olduğu ise bir muamma... Yoksa değil mi?
“Aylak Adam”ın takıldığı bir cümle vardır romanda, uyuyamadığı gecelerde gelip kendisini bulan bir cümle: “Karıncalar bilmeden severler.” Bilmeden sevmeyi başaramadığı için mi, bu soruya takılıp kalıyordu “Aylak Adam”... Bilmeden sevmek mümkün müydü? Belki de, bunu söylerken, hayatın akışına kendisini kaptıran insanları karıncalara benzettiği için böyle söylemiştir. Onların bilmeden sevdiklerini düşünerek... Peki ya bilseler?..