Ekranlarda izlediğimiz, bön bön baktığımız her şey başka bir ülkede, başka bir gezegende olup bitiyor…

“Ben ne güzel işerim güneşe karşı
Arkamda medrese duvarı önümde çarşı
Bir sürekli kaşınmadır yaşadığım
Törelere ve alışkanlığa karşı…”

Turgut Uyar

Ekranlarda izlediğimiz, bön bön baktığımız her şey başka bir ülkede, başka bir gezegende olup bitiyor…
Savaş oyunları, çölleşme, hırçın rant paylaşımı, kitlesel ölümlere yol açan iş cinayetleri; her şey…
Sanki içinde değilmişiz, bütün bunları biz yaşamıyormuşuz gibi… Ölenler insan değilmiş gibi. Bir bilgisayar oyununda kaybolmuşlar gibi…
Cinayetlerin ayrıntıları sıralandıkça, hırsızlığın hacmi büyüdükçe şaşkınlığımız azalıyor.
Yabancılaşıyoruz.

Artık her şeyi ayrıntısıyla biliyoruz.
Soma’da, Mecidiyeköy’de neler olduğunu biliyoruz… Bugün kaç kadın öldürüldü, kaç iş cinayeti işlendi, üç beş yıl öncesinin hangi zorba polis müdürü, bir başka zorba tarafından açığa alındı, tutuklandı? Hepsini biliyoruz…
Somali’de, Gazze’de neler olduğunu biliyoruz… Mağrip’te kim hangi suçu işledi, hangi silah tüccarı, hangi finans konsorsiyumu ne kadar kâr etti? Biliyoruz…
Bilmek rahatlatıyor. Huzur içinde biliyoruz. Bütün bunları bilgi sanıyoruz…
Bir tuşa basıyoruz, dünyanın öteki ucuna gidiyoruz… Bebek ölümlerinde, çocuk işçi çalıştırmada hangi ülke ilk beşe giriyor? Öğreniyoruz…
“Bizim yaşadığımız ülkeymiş” diyoruz.
Deyip geçiyoruz.
Unutuyoruz.
Sıkıldığımızda alışveriş merkezlerine gidiyoruz… Derin uygarlığımızın son ürünleriyle tanışıyoruz. Sinemaya gidiyoruz, saçma sapan bir film seyrediyoruz, saçma sapanlıkla ruhumuzu zenginleştirip unutuyoruz…
Sonra yeniden bir tuşa basıyoruz. Yeniden biliyoruz…
Sonra yeniden unutuyoruz…
Unutmaya eğilim gösteriyoruz, çünkü unutmak bizi rahatlatıyor…
Unuturken suça ortak olduğumuzu da unutuyoruz.
Unutunca, olmuş şeyler olmamış gibi oluyor… Ölüler diriliyor, bebekler büyüyor, işçiler iş güvenliğine kavuşuyor…
Unutuyoruz, sonra yeniden biliyoruz. Yeniden unutuyoruz. Yeniden biliyoruz…
Her şeyi kanıksıyoruz; her şey normal… Tuhaflık ölüyor; gariplik, acayiplik ölüyor…
Vicdanımız ölüyor…
Şaşırmayı unutuyoruz.

Her şeyin tanınır, her şeyin bilinebilir olduğu postmodern dünyanın bizi içine çektiği yeni bir yabancılaşma türü bu…
Buna yabancılaşmanın postmodern çeşidi de diyebiliriz. Ama adını canavarlaşma olarak da değiştirebiliriz…
Yalnızca bu adı değil başka adları da değiştirmek gerekebilir… Örneğin postmodernite’yi barbarlık ve ölü vicdanlar sistemi olarak adlandırabiliriz…

Temelleri seksenli yıllarda tamamlanan yeni bir dünya kuruluyor…
Yeni bir Türkiye kuruluyor… İlerliyoruz…
Tekçi kültürler ilerlemenin yolunu açıyor… Batı kapitalizminin günahlarıyla arınmayı var oluşunun önemli bir nedeni sanan Doğu, kendi tekçi kültürünün peşine düşüyor.
Ama filmin esas oğlanı değişmiyor…
Esas oğlan kapitalizm…
Müslüman ülkelerin hükümetleri bu esas oğlanı Batılı hükümetler kadar seviyorlar… Hatta daha çok seviyorlar… Vicdanı olmayan yeni bir birey yaratmaya çalışıyorlar… Bu bireyin çevresindekilere, hatta topluma savaş açmasını istiyorlar. Varlığının anlamını bu savaşın içinde keşfedebileceği duygusunu özendiriyorlar. Birey, kendi türünden birine zarar vermeden, bir başkasını kırıp dökmeden, hatta onu öldürmeyi göze almadan kendisini gerçekleştiremeyeceğine inandırılıyor.
Postmodern çağın olgunlaşma ritüeli bu… Bu ritüeli yaşamayan birey toplumdan dışlanıyor…
Gerçek, büyük bir prizmanın içinde kırılıyor… Birey, Robinson’un doğaya meydan okuyan güç ve iktidar arayışına yönlendiriliyor… Bunun yolunun vicdansızlaşmaktan geçtiğini herkes biliyor ve bilmiyormuş gibi davranıyor.

Bu, değer tanımayan, insanların elinden kendi kafasıyla düşünme yeteneğini alan, Levi-Strauss’un deyişiyle yavan bir uygarlık…
Günde on iki saat çalışmanın zenginleşme sayıldığı bir uygarlık…
Değişken insanî doğaya rengini ve ruhunu veren dokulardan, yani vicdandan, tevazudan, diğerkâmlıktan yoksun bir uygarlık…
Bellekleri çürüten, dünyayla birlikte bireyi de kum haline getiren bir uygarlık.

Her şey, kapitalizmden başka bir yolumuz olmadığına inanmamız için…
Vicdanımızı kaybettikçe daha çok inanıyoruz…
Daha çok yabancılaşıyoruz…
Her şey, dünyanın kaçınılmaz biçimde bu noktaya vardığına ve kaçınılmaz biçimde bu noktada kalacağına inanmamız için…
Oysa ortada inandırıcı tek bir kanıt yok…
Sistemin bütün kanıtları yeni bir ortaçağ’ı işaret ediyor…
Vicdan sahipleri, uyumsuzlar, kendi kanıtlarına sarılanlar susmaya zorlanıyorlar…
Ama susmuyorlar…
Bir güzel işiyorlar güneşe karşı…
Törelere ve alışkanlığa karşı…
Önlerinde Çarşı…
Her şeye karşı.