UĞUR KUTAY

2016 yapımı The Angry Birds/Kızgın Kuşlar ciddi ciddi anti-emperyalist bir filmdi. Öyküyü hatırlarsınız: Kuş Adası kuşların kendi halinde yaşayıp gittiği bir adadır. Kahramanımız Red (Kızıl) iyi, dürüst, akıllı ama olaylara farklı bakışından dolayı toplumdan soyutlanan bir kuştur. Bir gün adaya domuzlarla dolu bir gemi çıkagelir. Dostça bir ziyarete geldikleri izlenimi yaratan domuzların derdi kuş yumurtalarını -Kuş Adası’nın geleceğini- çalıp yemek için Domuz Adası’na götürmektir. Domuzlar bunun için kültür endüstrisinin olanak ve yöntemlerini kullanır. Gece boyu süren danslı-müzikli eğlencelerle kuşları direnemeyecek hale getirip herkes kendinden geçmişken yumurtalarla birlikte kaçarlar. Kızıl, yas tutmak yerine yumurtaları kurtarmak için Domuz Adası’na doğru yola çıkma konusunda adalıları ikna eder. Böylece kuşlar Domuz Adası’na gidip yumurtalarını geri alır.

Normalde böyle bir hikayenin Hollywood tezgahından geçerken Amerikan milliyetçisi bir anlatıya dönüşmesi çok kolaydır: ABD’nin huzur ve refahı başka ülkelerden gelen düşmanlar yüzünden tehlikeye girer, bunun üzerine onlar da operasyon düzenleyerek tüm dünyayı kurtarır. Ama Kızgın Kuşlar’daki kodlamalar kesinlikle böyle işlemiyor, örneğin domuzlar Meksikalı göçmenleri, Rusları ya da tehditkar Çinlileri vs. sembolize etmiyor. İlk göründükleri sahneden itibaren domuzlar coğrafi keşiflerle başlayan sömürgeciliğin ve kapitalist yayılmacılığın temsilcisi oluyor. Domuzların denizaşırı askeri gücü, Orta-batı Amerika’nın kovboyluk kültürüyle özdeşleşmiş country müzikleri ve dansları, savaş sırasında giydikleri kasklar bu hırsızların gerçek dünyada ABD’ye denk düştüğünü gösteriyor.
Filmin en güzel yanlarından biri, kötülerin sadece domuzlar olmamasıdır; adayı domuzların kötülüğüne karşı uyarmak için elinden geleni yapan muhalif Kızıl’ı daha da dışlayarak domuzlara destek veren yargıç başta olmak üzere Kuş Adası’nın iktidarı domuzlar kadar kötüdür.

Bu hafta gösterime giren Kızgın Kuşlar 2’de böyle direnişçi söylemler yok. Bu sefer çatışma kaynağı yarım kalan bir aşk hikayesi: Yüce Kartal’ın geçmişte Zeta adlı genç bir dişi kartala karşı yaptığı yanlış, hem Kuş Adası’nı hem de Domuz Adası’nı yok etmek isteyen bir kartallar ordusu doğurmuştur. Birbirlerine taban tabana zıt olan kuşlarla domuzlar bu tehlikeye karşı birlikte mücadele etmeye karar verir.

Bu filmde saldırganların kimliği ilkindeki kadar belirgin olmasa da, Z harfinin şimşekli SS sembolünü anımsatacak biçimde yazılması ya da subay şapkaları gibi görsel uygulamalar kötü kartalların ‘Nazi kartalı’na benzerliğini iyice ortaya çıkarıyor. Böylece 2. Dünya Savaşı’ndaki ABD-SSCB ittifakına da göndermeler içeren bir anlatıyla karşılaşıyoruz.

Bu filmlerin her biri birbiriyle ilişkili gerçekliklere denk düşüyor. Tüm kaynakları acımasız bir açgözlülükle tüketen kapitalizmin yerel temsilcisi olan neo-faşist bir iktidarın yönettiği Türkiye gibi ülkelerde bu küresel gerçeklikleri ayırt etmek daha kolay tabii: Bir yanda Gezi Parkı’nı alışveriş merkezine çevirmeye çalışan, köprü ve havalimanı uğruna yeşili katleden, Kazdağları’nı küresel siyanürcü şirketlere peşkeş çeken, cumhuriyet tarihinin kamuya ait tüm üretim değerlerini inanılmaz bir hırsla satan iktidar, diğer yanda bu sömürüye karşı duranlar, bu karşı duruş sırasında öldürülen çocuklar var...

Kuşlarla özdeşleşmek hiç de zor değil. Hepimiz kuşuz artık, sadece ne zaman kızacağımız belirsiz, şimdilik...

***

Kaç zamandır Osman Kavala ve Sırrı Süreyya Önder ile ilgili birkaç satır yazmak istiyor ama uygun fırsat bulamıyordum. Cüneyt’in ölümü dostları ihmal etmemek gerektiğini bir kez daha hatırlattı. Hiç değilse bu yazıyla damdaki kuşlara da bir selam etmiş olayım.