Edebiyattan sinemaya aktarılan yapıtlar genelde başarısız olur. Yazarını mutlu eden filmlerin sayısı pek azdır. Çoğu kez yazarların yönetmenlerden yakındığına tanık oluruz. Ama istisnaları da yok değildir bu durumun.

Karşılıksız bir aşkın hikâyesi

Sinema ile edebiyatın ilişkisini karşılıksız bir aşk olarak nitelendirmem boşuna değil. Edebiyat, sinemanın ilk yıllarından bu yana filmlere kaynaklık etmiştir. Aralarında büyük hasılatlar elde eden, Oscar’lar kazananlar olmuştur, ama yazarlarını mutlu edenlerin sayısı pek azdır. Çoğu kez, yazarların kitaplarını filme aktaran senarist ve yönetmenlerden yakındığına tanık oluruz. Hatta senaryo yazımına katılmış olmalarına karşın, ortaya çıkan sonuçtan memnun olmayan yazarlar vardır.

Sinema konusundaki bilgisi tutkusundan geri kalmayan yazarlarımızdan Enis Batur bir söyleşisinde, edebiyat yapıtlarından sinemaya aktarılan örneklerin çoğunda düşkırıklığı yaşadığını belirterek, Orson Welles’in “Dava”sını, André Delvaux’nun “Bray’de Randevu”sunu, Truffaut’nun bazı filmlerini istisnalar arasında sayıyor ve daha çok ‘ikincil’ kitaplardan yapılan uyarlamaları başarılı bulduğunu söylüyor. ‘Şiraze’ dergisindeki söyleşisinde yazar Ayfer Tunç da benzer görüşler paylaşıyor ve bir yapıtı sinemaya aktarırken, sadakatin önemli olmadığını, iyi bir uyarlamada eserin ruhuna ihanet etmemenin esas olması gerektiğini belirtiyor. Enis Batur, esas ‘marifet’in senaristlerde olduğunu belirterek, (geçenlerde yitirdiğimiz usta senarist) Jean-Claude Carriere ve Lillian Hellman’in isimlerini sıralıyor… Ayfer Tunç da, “Fransız Teğmen’in Kadını” ile Karel Reisz’ı ve ‘kötü’ romanlardan muhteşem filmler çıkaran Alfred Hitchcock’u örnek veriyor. Bu istisnaların sayısını çoğaltmak mümkün, ama ben iki filmden söz etmekle yetineceğim.

DURAS VE COCTEAU’DAN

2021 İstanbul Uluslararası Film Festivali’nin ‘Dünya Festivallerinden’ bölümünde izlediğim filmlerden biri, “Suzanne Adler”. Fransız sinemasının usta yönetmenlerinden (“Bir Oda Hizmetçisinin Günlüğü”, “Eva”, “Sade”) Benoit Jacquot’nun imzasını taşıyan film, Marguerite Duras‘nın bir oyunundan uyarlama. Son derece yalın bir anlatım, etkileyici bir müzik ve inandırıcı oyunculuklar. Kamera, filmin yüzde 95’inde kadın ve erkeğin çevresinde devinim halinde. Tutku, bağlılık, ihanet, çıkarcılık ve yalanlar üstüne bir düet bu. Bir de görmediğimiz karakter var, yalnızca telefondaki sesini duyduğumuz ‘koca’… Oyunculuğunu her zaman takdir ettiğim Charlotte Gainsbourg, karakterin çelişkilerle dolu dünyasını abartıya kaçmadan, bakışlar ve duruşlarla anlatıyor. Alain Resnais’nin “Hiroşima Sevgilim”in yazarı, “Hindistan Şarkısı”nın yönetmeni Marguerite Duras, bu filmi izleyebilse mutlu olurdu diye düşünüyorum.

İstanbul Festivali’nde izlediğim diğer bir film, İspanyol Sinemasının en popüler ‘usta’sı Pedro Almodovar’ın “İnsan Sesi” de bir büyük yazarın oyunundan yapılmış bir uyarlama. Bu kez iki değil, tek bir oyuncunun performansını izliyoruz hayranlıkla. Tllda Swinton’un yaratıcı oyunculuğunu, Almodovar estetiğinin içinde değerlendiren özgün bir Jean Cocteau uyarlaması... Almodovar cesur bir işe kalkışmış, çünkü Jean Cocteau’nun “İnsan Sesi” oyununu 1948 yılında İtalyan usta Roberto Rossellini beyazperdeye aktarmıştı. Bana sorarsanız, Rossellini’nin “Aşk” filminin ilk bölümü “Bir İnsan Sesi”ni ve filmin oyuncusu Anna Magnanni’nin gerçekçi yorumunu yeğlerim. Cocteau’nun, sevdiği erkek tarafından terk edilen kadını, Rossellini’de acı çeken kadın, Almodovar’da acısını kısa sürede yenerek yaşamını sürdürebilen güçlü kadına dönüşüyor… Duras’ın kadını ise, yaşadığı ‘aşk üçgeni’ içindeki tutsaklığından kurtulmaya niyetli değil, çünkü zengin kocasının sunduğu imkânları terk edecek cesareti yok. Telefondaki bir konuşmanın belkemiğini oluşturduğu bu üç film, bir tiyatro oyununu çağrıştırdı bende; Bertolt Brecht’in “III. Reich’ın Korku ve Sefaleti” oyunundaki ‘Yahudi Kadın’ epizodunu… Orada da tek bir oyuncu ve bir telefon vardır, ülkesini terk etmek zorunda kalan bir kadının sevgilisi ile yaptığı son konuşma, kadının iç dünyasındaki çalkantıları, çelişkileri, dönemin toplumsal bağlamı içinde yansıtır.

Kadınlardan söz açılmışken, Hindistan’da kadınların kurduğu ilk haber ajansının öyküsünü anlatan, Rintu Thomas ve Sushmit Kosh’un yaptığı “Ateşle Yazmak” adlı belgeseli nasıl unuturum. Sözün gücünü, basının toplumsal yaşam üzerindeki etkisini gösteren bu başarılı belgesel, İstanbul Film Festivali programına yakışan yapımlardan biriydi.

FİLMLERDEN KİTAPLARA

Kitaplar üstüne filmlerden, filmler üstüne kitaplara geçiş yapmaya ne dersiniz? Pandemi nedeniyle, her zamankinden daha fazla ekran başında vakit geçirdiğimiz, daha çok film izlediğimiz bir gerçek, ama kitaplar da ihmal edilmeye gelmez… Birkaç kitap önererek bitirmek istiyorum bugünkü yazımı. Öncelikle, mesleğimizin duayeni, sevgili Atilla Dorsay’ın son iki kitabı: “Hayatımızı Değiştiren Filmler 2015-2020”in hemen ardından gelen “Hayatımızı Aydınlatan Muhteşem Kadın Dostlarım”. Hafta başında yayınlanan kitapta, Dorsay’ın yakından tanıma şansı bulduğu ve birlikte anılar paylaştığı 30 özel kadının portreleri var. Tiyatrodan sinemaya, müzikten müzeciliğe, yazarlıktan gazeteciliğe uzanan bir anılar demeti… Sevgili Atilla’nın epeyce kitabı var kütüphanemde, ama hepsi olmadığı için kaçıncı kitap olduğunu bilemiyorum. Bildiğim 50. Kitabı geçmiş olduğu… Kim bilir daha kaç kitap bekliyordur tezgâhta…

Fatoş Güney’in “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun” anı-romanı, son zamanlarda keyifle okuduğum kitaplar arasında. Yılmaz Güney’in kendisine bıraktığı vasiyeti (“Yazmalısın, mutlaka yazmalısın! Yazacaksın değil mi? Anlatacaksın, beni, kendini, yaşadıklarımızı, direncimizi, zor günleri…”) en güzel biçimiyle yerine getirmiş Fatoş. Yeşilçam filmlerindeki zengin kız-fakir oğlan hikâyeleri gibi başlayan, hapishane kapılarından festival saraylarına uzanan bir serüven… Fazla söze gerek yok, okumalısınız… Bir başka Yılmaz Güney kitabı da onun yaşamını yakından izlemiş bir dostunun imzasını taşıyor: Tahir Yüksel’in “Karanlıktaki Işık: Yılmaz Güney” adlı kapsamlı kitabını Adana Büyükşehir Belediyesi basmış. İçerdiği bilgi ve belgeler sinema tarihimiz açısından çok değerli… Uğur Kavas’ın “Ankara’dan Sahneler ve Kaderin Mahkûmları” adlı kitabı da bir başka yerel yönetim, Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından yayınlanmış. Kitapta, tamamı ya da bir bölümü Ankara’da geçen veya adını Ankara’dan alan filmlerin dökümü var. Sinemaseverlerin duyarsız kalamayacağı bir çalışma. Sinema yazarı-yönetmen dostum Mesut Kara’nın artıları ve eksileri ile sinemamızı irdeleyen “Artizler Kahvesi”, “Yeşilçam Hatırası”, “Devlet, Toplum ve Sinema” gibi kitaplarının yeni baskılarının yapıldığını görmek de sevindirici.

Mehmet Soyarslan’ın “Sinemacı Gözüyle” adlı anı kitabı elime yeni geçti. Müzisyenlikten, film dağıtımcılığına, yapımcılığa uzanan bu anılar demeti, sinemamızın sorunlarını gündeme getiriyor, öneriler sunuyor. Aile şirketi Özen Film’i devraldıktan sonra ithalatçı olmakla yetinmemiş, sinemamızın gişe rekortmeni pek çok filminin ortak yapımcısı olmuştur Soyarslan. Pandemi nedeniyle yeni bir krize giren sinema sektörünün parlak yıllarına Soyarslan’ın kalemi aracılığı ile tanıklık etmeye ne dersiniz? Ya da, sinemamıza ilişkin kuramsal çalışmalara bir göz atmaya… Kendi payıma, yeni çıkan iki kitabı okumak istiyorum ilk fırsatta, Beril Ekşioğlu Sarılar’ın editörlüğünü yaptığı “Toplumsal Hareketler ve Sinema” ile Janet Barış ve Doruk Can Koçak’ın “Yeni Türkiye Sinemasında Sınıfsal Görünümler”… Sinema sanatı, beyazperdenin yanı sıra kitaplarda yaşıyor. Kitapları ihmal etmeyin…