Bizde bir dönemin hikâyesidir kasadan atlayamama.
Atlayanlar, çocuklarına ve torunlarına büyük bir iştahla anlatır ama atlayamayan ebediyete kadar susar.
Üst üste koyulan 4-5 parçaların oluşturduğu ve en üstünde içi sünger ve deri kaplı olan imtiyaz sahipli alet bir dönemin öncüsüydü.
Üniversite sınavlarına ulaşabilmenin yegâne yolu bu kasadan geçiyordu…
O dönemlerde Pisagor Teoremi, logaritma filan sular-seller gibiydi, çözemeyeni dövüyorlardı da kasa da bu öğrencileri dövüyordu.
O zaman ilkokul birinci sınıftan, lise son sınıfına kadar Beden Eğitimi dersi vardı.
Ve Selim Sırrı Tarcan ruhu egemendi.
Güzel günlerdi o zamanlar.
Kasaya takılıp kalmak bir simgeydi. Eğitimin kalitesi yüksek olduğu bu dönem, gerçekten bilimsel değerlerin ön planda olduğu dönemlerdi.
Ama bir gerçek daha vardı ki; Beden Eğitimi öğretmenlerinin en önemli ve ati-filli dönemi de bu dönemdi. Elindeki kasa bir gücü temsil ediyordu. Her ne kadar kol-bacak kırılsa da o bir simgeydi.
Ve efsaneydi; okuldan okula geçen, okul içi ve dışında köşelerde konuşulan bir efsaneydi.
Kasa egemendi o dönemde.
Kasaya rağmen, ODTÜ ve İTÜ çok değerli bilim insanları yetiştirip ülkenin geleceğine güven katıyordu.
Kasadan atlasın atlamasın tarihin en parlak öğrencilik yıllarını o dönemin jenerasyonu yaşamıştır. Bilinmeyen o kadar çoktu ki; onların hedefleri bunun üzerine şekillenmişti. Ve insanın düşüncelerinin keşfedilmesi gene o dönemde felsefe ve sosyologların ana temasıydı.
Ve özgürlüğün değeri vardı insanlığın keşfi adına.
Kasanın gücü karşısında takılıp kalanlar, dışarıdaki nezaket kuralarına saygı duyarlardı, örneğin İstiklal Caddesi (Pera) kravatsız ve makyajsız çıkılmayacak kadar önemli bir yerdi.
Mesela tespih kullanmak ayıplanacak bir maço davranıştı.
Kasanın kasa olduğu dönemlerde Lefter vardı, Metin Oktay vardı, Can Bartu vardı. Milli maçlar kazanılırdı o kasanın kasa olduğu zamanlarda.
Futbolda ne enteresan ki sanal imparator filan yoktu.
Sinyor vardı, Ordinaryüs vardı, Taçsız Kral vardı ve hepsi bu lakapları verdikleri emeklerinin karşılığında kazanmışlardı.
Öyle ki;
Can Bartu aynı gün, hem Milli Futbol Takımında İnönü Stadında oynamıştı hem de Spor Sergi Sarayında Basketbol Milli Takımında oynamıştı.
O kasadan atlarken, üstünde takılıp-kalıp uzananların olduğu dönemlerde, İnönü Stadı balçık çamur içindeydi ve futbol oynanırdı.
Gene o dönemde menajerler yoktu. Ne enteresan bir şey ki para hep ikinci plandaydı.
Ve o dönemde, hani kasadan atlayamayıp düşenlerin olduğu dönemlerde, klasikler okutulurdu; Jean-Jacques Rousseau, Voltaire, Dostoyevski’nin eserleri okunurdu.
TRT o dönemde bu klasiklerin dizilerini verirdi ve TRT gerçekten özerkti.
Mesela ‘komisyon’un daha kelime anlamı literatüre girmemişti.
Mesela “kulübün içini boşaltma” deyimi henüz ortaya çıkmamıştı.
Mesela o dönemlerde, her şeyin içeriği ve anlamı öğrenildikten sonra kullanılmaya başlanırdı, insan kalitesi ve kültürü bunu zorunlu kılardı.
Ve o dönemde, hani kasanın egemenliği döneminde insan kalitesi ön plandaydı ve hak etmeyen ve emek vermeyen hiçbir yere gelemezdi.
Ve o dönemde, futbol oynamak aile için eğitime sekte vurması açısından tercih edilmezdi. Eğitimin öneminin önüne hiçbir şey geçemezdi.
Çağdaş eğitim her şeyin önünde tutulurdu.

Futbolcu olmak için insanlığın içininin boşaltılmasına izin verilmezdi.
Herkes önce insandı, tıpkı kasanın karşısında sıraya geçenler gibi, sonra doktor, mühendis, manav, bakkaldı…
Nâzım Hikmet vardı, şiirin tadına varmak için…
Orhan Veli İstanbul’un üzerindeydi ve Sabahattin Ali vardı her şeye rağmen idealleri uğruna onurunu koruyan ve halkını karşılıksız seven.
Ve Metin Oktay ağları yırtmıştı öğrenciler kasada düştüklerinde.
Ne hikmetse o dönemde de gene Almanya, Brezilya ve İtalya Dünya Kupasını kazanırdı!
Mütevazi bir ülke olan Türkiye’de herkes haddini bilirdi, insanlık erdemlerini kullanmak bir fazilet olurdu gene o dönemde.
Federasyon başkanlarını kimse tanımazdı, kulüp başkanları saygın ve belirli bir kültürün donanımı ile başkanlık yaparlardı.
Kasadan atlanamazdı ama hakem de rehin alınmazdı.
Mesela o zaman avro yoktu ve kendiliğinden imparatorlar da olmadığı için maaş hesabı ve tazminat hesabı ile ilgili sıkıntılar hiç olmamıştı.
Hani birisi öyle başarısız filan olacak, inanın sokağa çıkamazdı, “insanların yüzüne nasıl bakarım?” diye eve kitlerdi kendini.
Gerçekten kasanın egemenliği döneminde onurlu yaşanırdı.
Ve herkes onuru için yaşardı.