Sözcüklerin beden üzerindeki etkisi nedir, ne yaparlar bize, nasıl çalışırlar? Psikolojik semptomlar, psikanaliz açısından düşünmeyi başaramamak olarak görülür örneğin. Düşünmeyi başaramamak veya düşünmeyi bırakmak… Ülkenin bu hale gelmesi de bu yüzden değil mi? Düşünmeyi korku ya da kabul edilemez acılar ve arzular yüzünden bırakanlar çoğalırken… Eskiden sık duyduğum bir şeydi “Düşün düşün boktur işin…” Çözümü olmayan bir konu hakkında düşünmenin faydasızlığına dair bir söz. Bir de “Müflis olup düşünmektense uyuz olup kaşınmak iyidir” diye bir söz vardı. Düşünememek ile kaşınmak arasındaki o tuhaf ilişki… Winnicott, kaşınmayı, konuşmadaki bir ünlem olarak ele alıyordu. Adam Philips de kaşınmayı, acıyı maskeleyen zevk… Düşünmeyi başarmak için çoğunlukla bir başkasının varlığına ihtiyaç duyulur, tıpkı küçük bir çocuğun acısıyla baş etme ve avuntu bulabilmek için başkasına ihtiyaç duymasındaki gibi.

Psikoterapi seanslarında sık rastlanılan bir şeydir, düşünülmesi yasaklanmış bir acı ya da arzu dile getirilince, o acı ya da arzu başka bir şeye dönüşür. Üzerine düşünülebiliyorsa, değiştirilebilir bir şeydir artık, başka şeylerle bağı ya da altındaki asıl neden ortaya çıkarılabilir. Amaç, sanılanın aksine düşünmekten kaçınılan şeyi, yani semptomu yok etmek değildir. Semptomlar, insanın kendini iyileştirme çabalarıyla ilişkilidir çünkü. Adam Philips’in dediği gibi, amaç, insanların düşünme ve sözcükler aracılığıyla çatışkılarını şevkle yaşamalarının yollarını bulmaktır. Çatışkıları şevkle yaşamanın yollarından biri değil midir sanat?..

Örneğin, bir romanı okurken, sözcükler bedenimizi psikoterapideki gibi mi etkiler? DeliDolu Yayınları’ndan çıkan Ricardo Piglia’nın “Son Okur” kitabında vardı, “Romanlar roman okuyanı pek seyrek eleştirirler” sözü. Daha güvenlidir roman okumak, şiir kadar talepkâr değildir. Roman okuru, isterse okuduklarını yaşar, isterse seyretmekle yetinir. Ama bir romanı okurken nerede dikkatin dağıldığı, dalıp gidildiği önemlidir, kaşınmak gibi. Bir süre sonra sözcükler okuru okumaya başlar, bedenin içine girip.

Piglia, bir roman karakteri olarak Anna Karenina’nın roman okuma serüvenine bakar, romandaki şu sahneden yola çıkarak: “Anna okumaya ve okuduğunu anlamaya başladı. Hizmetçisi uyukluyordu; Anna okuyordu, ama okumak hoşuna gitmiyordu; başka insanların gölgelerini izlemek onu rahatsız ediyordu; tüm bunları yaşamayı fazlasıyla istiyordu. Romanın kahramanı bir hastaya bakıyorsa, Anna sessiz adımlarla bir hastanın odasına girmeyi arzuluyordu. Leydi Mailing av köpeklerinin ardından dört nala at binip gelinini kızdırıyor ve cesaretiyle herkesi şaşırtıyorsa, Anna da aynısını yapmak istiyordu.” Bir insan, neden okuduğu romandan bu denli etkilensin, hasta odasına girmek bile o kişi için cazip hale gelsin? Piglia, okurun, roman kahramanlarıyla kıyaslandığında kendi hayatını anlamdan yoksun hissedebileceğini yazmış. Yeniyetmeyken Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanını ilk okuduğumda, haftalarca gerçekte hiç de cazip bir yaşam sürmeyen Raskolnikov gibi hissedip yaşamıştım. Bütün mesele, Raskolnikov’un benim yaşadığım hayattan daha anlamlı bir hayat sürmesi miydi? Romanların, filmlerin cazibesi bu özelliğinden mi kaynaklanıyordu. Oradaki karakterler çok acı çekiyor olsalar da, yaşayan gerçek karakterlere göre daha anlamlı yaşadıkları için mi caziptiler?

Tolstoy ise, okurun romanda gerçek deneyimin ayrıcalıklı bir modelini gördüğünü, kendi yaşadığıyla romanda yaşananları karşılaştırarak eksikliğini duyduğu anlamı bulduğunu söyler. Romandaki kurgunun yarattığı illüzyonla, gerçek hayatın içindeki illüzyonlar bozulur.

Paul Valéry’nin “Eğer bir insan, kendi hayatı dışında birçok hayat daha yaşayamasaydı, kendi hayatını da yaşayamazdı” sözü geliyor hatırıma. Her insanın öyle çok benlik versiyonu var ki…

Zihinle beden arasındaki köprüyü, yani sözcükleri düşünüyorum, bazısı üzgün, bazısı neşeli, geçip gidiyorlar, başka hayatları arzulayarak…