Bu satırları kaleme alırken dünya piyasaları şiddetli bir kasırga ile sarsılıyordu. Güneşin doğudan doğuşu gibi, artık krizler de doğudan batıya doğru yayılıyor. Pazartesi günü Şanghay Bileşik Endeksi yüzde 8,5’e çakıldı. Ardından Tokya Nikkei 225 yüzde 4,6 geriledi. Derken panik havası Avrupa borsalarına bulaştı. Zaten Cuma günü Dow Jones endeksinin 500 puanın üzerinde düşüşü kâbus gibi bir haftanın habercisiydi.

Peki uluslararası piyasalardaki bu çalkantının nedeni ne? 2007-2008 küresel finansal krizinden bu yana dünya ekonomisinin büyüme motoru Çin başta olmak üzere “yükselmekte olan ülkeler” tabir edilen çevre ülkeleriydi. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bu grup, dünyadaki likidite bolluğunun tetiklediği ciddi sermaye girişleri sayesinde göreceli yüksek büyüme hızları sağladı. Hesaplamalara göre 2009’dan 2014 ortasına kadar 19 ülkeye yaklaşık 2 trilyon dolar net sermaye girişi gerçekleşti. Çin’in yavaşlayacağı tahmini, ABD Merkez Bankası’nın faiz artırımına gideceği beklentisi, düşen petrol ve emtia fiyatlarının Güney ülkelerinin dış dengelerini bozacağı endişesi, derken sıcak para yönünü değiştirmeye karar verdi. Son 13 ayda 1 trilyon dolar civarında fonun bu ülkeleri terk ettiği bildiriliyor. Böylelikle yerel paralar değer kaybetmeye başladı, haliyle ithalat yavaşladı, büyüme durdu. IMF’nin son projeksiyonları BRICS ülkelerinden Rusya (%3.4) ve Brezilya’da (-%1.5) daralma, Çin ve Güney Afrika’da yavaşlama öngörüyor. Büyüme ivmesini artıran tek ülke ise, petrol fiyatlarındaki düşüşten yüzü gülen Hindistan.

Sermaye ABD ve Almanya hazine kâğıtları gibi “güvenli limanlara” demir atarken, bakmayın metropol kapitalist ülkelerde de karamsarlık havası hüküm sürüyor. Frankfurt borsası Çin talebinin yavaşlaması korkusuyla, Londra borsası madencilik ve emtia şirketlerinin karabulutları görmesiyle derken, hemen her yerde panik havası hâkim.

Aslında er veya geç dünya ekonomisinin karaya oturacağı ortadaydı. Çünkü kapitalizm, finansal küreselleşmenin neden olduğu 2007-2008 krizine henüz bir yanıt üretemedi. Kamu bütçelerinden bankacılık ve finans sektörü cömertçe kurtarılırken, maliye politikaları yatırım ve istihdama odaklanmadı. ABD Merkez Bankası 4,5 trilyon dolarlık “miktarsal genişleme” fantezisiyle borsalara doping uyguladı. Tüm varlık fiyatları şişti; “refah etkisi” tabir edilen “zenginleşiyorum” yanılsamasıyla talep pompalandı. Artık denizin sonuna gelindi. Muhtemelen parasını “güvenli limanlara” park edebilenler travmayı göğüsleyebilecek. Borçlanarak riskli yatırımlara yönelenlerin eli cız ederken, bu hercümerc sonucu, hiçbir vebali bulunmayan sade yurttaşlar, artan işsizlik, düşen ücretler ve gerileyen sosyal programlar dolayımıyla “ikinci kriz dalgasından” da payını alacak. Her zamanki gibi kurunun yanında yaş da yanacak.


GELELİM TÜRKİYE'YE...

Bilindiği gibi, küresel krizin nüksetmesi halinde en olumsuz etkilenecek ülkelerin listesi çıkarıldı ve ilk okkanın altına gidecek grup “kırılgan beşli” olarak adlandırıldı. Türkiye; Güney Afrika, Endonezya, Hindistan ve Brezilya ile birlikte, “panik halinde ilk tahliye edilecek konaklar” olarak belirlendi. Son zamanlarda ekonomisinin petrole aşırı bağımlılığı nedeniyle Kolombiya’nın ve rezervlerinin kısa vadeli borçlarını karşılayamama riski saptanan Meksika’nın listeye Hindistan ve Brezilya’nın yerine monte edilmesi tartışılıyor. Fantezi isimlerle farklı “ülke riski” sınıflandırmalarına da rastlanıyor. Gelgelelim risk listelerinin gediklisi, değişmeyen isim hep Türkiye oluyor.

İsterseniz tam da borsa düşer, faizler sıçrar, sepet kur yeni zirveler kovalarken, Türkiye’nin kırılganlıklarına son veriler ışığında bir göz atalım :

1) İlk altı ayda ihracat yüzde 8.2, ithalat ise yüzde 10.9 geriledi. Böylelikle dış ticaret açığı 25 milyar dolara düştü. Ne var ki, haziran ayında turizm gelirlerindeki 565 milyon doları bulan kayıp ileriki aylar için daha ciddi bir riske işaret ediyor. Ayrıca sermaye çıkışı nedeniyle aynı dönemde 22.7 milyar dolar cari açık için 14 milyar dolar sermaye temin edilebildi. Fark rezervler ve kaynağı belirsiz net hata noksan kaleminden sağlandı.

2) Merkez Bankası’nın brüt rezervleri 120,7 milyar dolar civarında. Önemli bir ölçüt kabul edilen rezervlerin kısa vadeli borç stokuna oranı yüzde 93.2 ile 100 eşiğinin altına düştü.

3) Yurtdışı yerleşiklerin toplam portföyü 2014 sonunda 143,6 milyar dolarken, Temmuz sonunda 113,9 milyar dolara indi. 30 milyar dolarlık daralmada TL’nin dolara karşı değer kaybı ve borsa düşüşü/faizlerin artışı gibi etmenler rol oynadıysa da, ciddi bir çıkış da yaşandı. 2010-13 aralığında DİBS’lere 47 milyar dolar yatırım yapılmışken, 2015’te 4,7 milyar dolar net satış gerçekleşti.

4) Haziran sonunda yabancı para mevduatının toplam mevduata oranı yüzde 40’ı geçti. Bu da döviz ikamesinin yaygınlaştığını, TL’ye güvenin yerli aktörler nezdinde de kaybolduğunu gösteriyor. Temmuz sonu itibarıyla yabancı para mevduatı 444 milyar TL’yi buluyor.

5) 2014 sonunda toplam dış borç 402 milyar dolardı. Türkiye’nin brüt dış borç stokunun GSMH’ye oranı 2002 krizinden sonra ilk defa yüzde 50,3’le 50 psikolojik sınırını aştı. Kur etkisiyle 2015’in ilk çeyreğinde toplam dış borç 393 milyar dolara gerilese de, aynı nedenle dolar bazında GSMH’de düşüş daha fazla olacağı için bu kritik oran yüzde 50’nin üzerinde seyrediyor olmalı.

Tüm bu risklere bir de Sarayın baş danışmanlarının “rekabetçi kur düzeyi“ itelaffuz etmeleri gibi, “Türkiye’ye has riskleri” de eklerseniz halimizin nice olduğu anlaşılır.