Söz konusu ülkemiz olunca hukuk istikrarı, hukuki belirlilik kavramları yerini maalesef hukuki muğlaklığa bırakıyor. Bu muğlaklığı anlayabilmek için sadece olağanüstü değil, olağan hallerde de yapılan yasa değişikliklerinin sayısına bakmak yeterli

Katılamayanların demokrasisi

Ayça Akpek - Avukat

Konu adalet olunca hukuk güvenliği, demokrasi ve katılımcılık meselesi arasındaki doğrudan ilişkiyi ele almak gerekiyor. Bu anlamda katılımcılık en temel vakıa olarak önümüzde duruyor, daha doğru deyimiyle katılamamak meselesi. Hukuk güvenliği sonucunda adaletin sağlanması vatandaşın devlete, devletin vatandaşa güvenmesi yani devletin keyfi uygulamadan kaçınması ile hasıl olur. Yani vatandaş olarak yasa yapma faaliyetine ne kadar katılırsak adaletin tecellisi o kadar mümkündür. Ancak Olağanüstü Hal (OHAL) de geldiğinden bu yana (öncesi de parlak bir dönem olmamakla birlikte) idarenin kullandığı neredeyse sınırsız yetki ile anayasal haklarımızdan bir hayli uzaklaşmış bulunuyoruz.

OHAL düzenlemelerini idareye verdiği yetki açısından değerlendirirsek eğer, idareye “hallin” gerektirdiği geniş bir yetki verildiği tartışmasız elbette. “Olağanüstü yönetimlerde yürütme organının karar alma ve uygulama yetkileri genişler, buna karşın kişilerin hak ve özgürlükleri daralır”*; ancak yetkinin sınırı hukuk devletidir. Anayasanın çizdiği bu sınırın altını, Anayasa Mahkemesi, 1991 tarihli kararı ile “…demokratik ülkelerde olağanüstü yönetim usulleri, hukuku dışlayan keyfi bir yönetim anlamına gelmez. Olağanüstü yönetimler kaynağını Anayasa’da bulan, anayasal kurallara göre yürürlüğe konulan, yasama ve yargı organlarının denetiminde varlıklarım sürdüren rejimlerdir” kalın bir çizgiyle çizmiştir.

Ezcümle bir kere her konuda Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarılamaz, KHK ile temel hak ve özgürlüklere yani düşünce hürriyetine örneğin dokunulamaz.

Tabii bu sınır KHK’lerin iktidara kış lastiklerinden (687 sayılı KHK), yüksek öğrenime kadar geniş bir alanda düzenleme yapma fırsatını verdiğinden bu yana bayağı bozulmuş bulunmaktadır.

Konunun esasa ilişkin hukuk güvenliğini ilgilendiren kısmı özetle böyledir. Ancak konunun bir de “hızlı ve yoğunlaştırılmış yasama faaliyeti boyutunu ele almak gerekiyor.

Bilindiği üzere “kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” ilkesi hukukun en temel ilkelerinden birisidir. Çünkü bir hukuk devletinde yasaların “belirli” olması yani “bireyin hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki müeyyidenin veya neticenin bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmesi” ** beklenir.

Esas olarak bu ilke ile aslında vatandaşa kanunu bilmek yükümlülüğü yüklenmesinin nedeni devletin hukuk istikrarını sağlaması gereğidir. Yani “devletin faaliyetleri önceden hukuk kuralları ile düzenlenmiş, öngörülebilir, tahmin edilebilir olmalı”, “vatandaş devlete güven duymalı, devlet de güveni zedeleyici düzenlemelerden kaçınmalıdır."

Ancak söz konusu ülkemiz olunca hukuk istikrarı, hukuki belirlilik kavramları yerini maalesef hukuki muğlaklığa bırakıyor.
Bu muğlaklığı anlayabilmek için sadece olağanüstü değil, olağan hallerde de yapılan yasa değişikliklerinin sayısına bakmak yeterli. Örneğin 23. Yasama Dönemi’nde 514 kanun; 24. Yasama Dönemi’nde, 383 kanun çıkarılmış. “Daha aydınlatıcı olması açısından ifade etmek gerekirse 23. Yasama Dönemi’nde toplam 4823 madden oluşan temel kanun çıkarılmıştır. Tabii bir de “torba kanun” uygulaması var ki, “hızlandırılmış ve yoğunlaştırılmış yasama faaliyeti” demek gerekiyor. Örneğin, “13/2/2011 tarihli ve 6111 Sayılı toplam 234 maddeden oluşan bu kanunla, 66 ayrı kanunda ve 7 adet kanun hükmünde kararnamede olmak üzere rekor düzeyde değişiklik yapılmıştır”3 Tüm bu “hızlı yasama faaliyeti”nin olumlu anlamda meclis performansı olarak kaydedildiğini de not edelim.

OHAL sonucu yasama faaliyetinin yerini KHK’lerin almasıyla birlikte ise yapılan yasa değişiklikleri daha farklı bir boyut aldı.
15 Temmuz Darbe Girişimi'nin ardından her aya bir tane düşen KHK ile yapılan yasa değişiklikleri bizi hukuk güvenliği kavramının daha da uzağına taşıdı. Her ay yapılan KHK’lerle onlarca yasada yüzlerce madde değiştirildi. Örneğin 694 sayılı son KHK ile 205 maddelik düzenlemede 60’ın üzerinde yasada değişiklik yapıldı. Bu değişikliklerin kapsamında Ceza Muhakemesi Kanunu’ndan Yükseköğrenim Kanunu’na değin geniş bir alan yer alıyor. Vatandaşın dışında yargı mensuplarının dahi izlemesinin hayli güç olduğu bu değişiklikler karşısında “kanunu bilmek meselesi” iyice zora giriyor.

Hal böyle olunca Türkiye, sık sık yapılan yasa değişiklikleriyle hukuki istikrar ve belirliliğin yok edildiği, hukuk devleti ilkesinin onulmaz bir zarar gördüğü ve bu nedenle temel insan haklarının sürekli ihlal edildiği bir durumda.

Tüm bu “hızlı yasama faaliyeti”nin hiçbir demokratik katılımcı gerekliliğe yer vermediği gerçeği ışığında demokrasimizin temel meselesinin katılımcılık ya da daha doğru deyimle katılamamak olduğunu söylersek yanlış olmaz herhalde.

Oysa çağdaş demokrasilerde yasama toplumsal süreçlerden geçmeli, tartışılmalıdır. Çünkü katılımcılık hukuk güvenliğinin de olmazsa olmaz koşuludur. Toplumun tüm kesimlerinin ilgili alanlarında değerlendirme yaparak bir toplumsal denetim mekanizmasından süzülen yasama faaliyeti demokratiktir, adildir. Yasama faaliyeti iktidarın değil, toplumun ihtiyaçlarına göre biçimlenmelidir.

Yasama faaliyetini iktidarın keyfi kullandığı bir hak olmaktan çıkarmak “yasama faaliyetine katılmak” temel meselemiz olarak ortada duruyor.

Adaleti çokça konuştuğumuz bugünlerde, adaletin ancak karar mekanizmalarına amiyane tabirle “milli irade”yi katarak güçlenecek bir kavram olduğunu tekrar tekrar söylemek gerekiyor.

1 AYM, 1990/25 E ve 1991/1 K sayılı karar
2 AYM 2015/94 E, 2016/27 K sayılı kararı
3 Doç Dr. Şerif İba Ankara Barosu Dergisi, sayı 2011/1 s.198